22 Aralık 2011 Perşembe

Adı

bir bardak su içtim
ohhh
ve dedim ki
Allahhhh
kurumuşuz!

6 Aralık 2011 Salı

kes!

kes o kolu kangren olmuş artık kes kes kes için için çürüdün bittin artık kes kes kes kes kes
sus

1 Kasım 2011 Salı

ve

titredim
ve
öldüm
ölüm korkusundan

13 Ekim 2011 Perşembe

madem öyle

madem öyle, madem hep kötüler yaşıyor madem
madem hep sevenler bizi sevmemiş hiç, öylesine durmuşlar bakmışlar
madem öyle
hadi yasımıza devam edelim, hah bi de biter sanmıştık, bi de yanımızda uzanan adam bizi gerçekten sever sanmıştık.
hah.
bak öteki gidiyor, bedeni küçücük olmuş, bi zamanlar sana yemek yapardı.
some more, yes please...
this is istanbul.

19 Eylül 2011 Pazartesi

yara

yara iyileşirken kaşınır. ancak o zaman anlarız iyileştiğimizi, kaşıntıyı acıdan ayırd ettiğimiz an.

15 Eylül 2011 Perşembe

good friends we had good friends we lost!

omuzlarımda hayatımda uzun süredir hissetmediğim korkunç bi düşünce yüküyle, bu yükü hafifletmek için, siyah üzümlü turta yapmaya karar verdim akşamüstü, evde kimse yoktu yiyebilicek, ya da içimden sana turta yaptım demek isticeğim kimse yok hayatımda, ama yine de, biraz una, şekere üzüme dokunmak iyi gelecekti biliyorum. uzun uzun hamur yoğurdum, şeker un tereyağı kabartma tozu vanilya, yumurta filan...uzun uzun yoğurdum, un filan oldum.
radyo açıktı, bi yandan da kendime soğanlı yumurta yapıyordum, akşam bi başıma kırmızı şarap eşliğinde yemek üzre.. o sırada çıktı karşıma o şarkı. bob marley, gözyaşlarımı duymuş olmalı: no woman no cry, oh my little sister, don't shed no tears....

Good friends we have had,
Oh, good friends we've lost
along the way
In this great future you can't forget your past
So dry your tears, I say

bi kere, bob marleyin ölüm yıldönümünde, iki ayrı şehirde, iki ayrı kilisede, bob için mum yaktığımız geldi aklıma, iki ateist...

şimdiyse aklımda teomanın bi şarkısı var:

bir tuzağa kaptırmıştım kendimi, ama eminim tanrı var bugün!

6 Eylül 2011 Salı

yalnızlık yok.

yalnızsındır, eve gelirsin, televizyonu açarsın ses olsun diye, televizyonda erol evgin tüm şefkatli bakışlarıyla, imkansız aşklar için yaratılmış olmasının aslında ne kadar imkansız olduğunu kanıtlar gibi, kadife gibidir. oturursun masaya, bilgisayarın elinde, uzaklardan bi arkadaşın mail atmıştır, istanbula geliyorum, seni de görmek isterim der, yine de yalnızsındır. annen baban vardır, gününü sevdiğin adam(lar)la geçirmişsindir, ama yine de yalnızsındır.
çünkü yalnız olamazsın, olamicağını burnunu sürte sürte anlamışsındır, doğaya karışayım diye koşa koşa dağa gidersin, sonra dağda yürürken gözün sokak ev insan görmek ister. eh bi insan doğası olmadığına göre, bilmediği yerde korkuyor insan. yalnız kalmayı özlersin, insanlar yalnız bırakınca da oturur geceler boyu yalnızlığına ağlar, youtube dan eski dizileri filan izlersin.
manav bulursun kendine, sohbet edecek, karadenizli fırıncı, espri yapacak..
yalnız diilsin işte, yalnız olamazsın sen. bütün karın ağrın bundan. kabul et. yalnızlığın hijyenini at kenara. yaban domuzunun çamurda debelenişi gibi, debelen.

4 Eylül 2011 Pazar

bi fikirsin

tanrı gibi, daha doğrusu tanrı fikri gibi diye düşündüm. sağından solundan yanından kenarından hangi fikir geçerse geçsin, fikrin kendisi kalıyor, herkes, tek tek, kendince, kendi zamanında, kendi hayalinde farklı bi tanrı fikri taşır, bazen taşımak istemez, bi kenara koyar, uzaktan bakar, yakınlaşır, tekrar uzaklaşır, bazen tanrının suretleriyle karşılaşırsın, sureti görünce kendini hatırlarsın, kendi olmayan kendini, kendilikten uzaklaşmış...
zor, nerde f. harfini görsem, aklıma geldiğin zamanlar oluyor, suretin onlar, senin...
bugün, ağladım yine... berlinde bir doktora programına başvurayım diyorum, ama her köşeyi döndüğümde seni görme ihtimalim, beni öldürüyor. senden sonra hala başka kimseye ilan-ı aşk etmedim, kimseye ağlayarak seni seviyorum demedim, yalan yok, bi kişiye diyesim geldi, yuttum, ağlayarak gidiyorum dedim.
dikiş dikmeyi öğrenmek istiyorum bu ara, ellerimin arasından değişik kumaşlar akıyor, mor çiçekli, sarı...
sen hep kalıyorsun bi yerde, tanrı fikri gibi, her yanımdan akan yaşantılar....insanlar...trenler....
bi fikirsin.


gitsem dedim olmadı

istanbul
gitmek istediğim yanların
köşelerin
ve
diplerin var
istanbul

seni bildim bi
kaçacak ne bi ağaçaltı
ne bi deniz kenarım
var
istanbul

gürültün
istanbul
sesimi bastırıyor
bak onca kelime vardı aslında

kaçmak istediğim
saçakaltların var istanbul
kan damlıyor üstüme

5 Ağustos 2011 Cuma

zerre

her "an" aklımda, herkese hangi an tutulduğumu iyi hatırlıyorum, o kadın o merdivenleri çıkıp karşıma dikildiğinde, o adam aylarca görüşmedikten sonra bi rakı masasında yanımda kürtçe bi şarkı söylediğinde, ve sen, kabarık kıvırcık saçların tam alnını sol köşesinden, sana "ah ne güzel esiyor, üşütüyor insanı" dedirten rüzgar, alnını sol köşesinden vurup rengarenk saçlarını sağdan sola doğru ayırdığında, biliyordum sana tutulduğumu...
yan tarafında -sanki biraz sıkılarak ama o eşsiz kibarlığından hiç ödün vermeden- dinlediğin adama bakarken, sen, ben karşında sana dalmışken, bilmem aklından neler geçiyordu...
eşsiz kibarlığın(ız), sanki her an berrak bi suya dönüşüp, içime, oradan da toprağa akacakmışsın(ız) gibi...
ben bi toprak, parçası, çaresiz açtım gözeneklerimi, ak diye her zerreme....

31 Temmuz 2011 Pazar

sarıl bana

inmeli mi bu merdivenleri
çıkmalı mı yoksa tekrar etmeden
diye diye diye
düşündüm sana bakarken

zaman dönüp dönüp dönmüş tekrar
bi iskelede karşılaşmışız
hayat acımasız değil romantikmiş bu sefer
sarıl sarıl sarılmışız
sen hala o sabah sabah sabahlığımla
bana bakan güzel adammışsın

artık hiç bişi değişmese de
yıllar sonra demek istiyorum (ki)
her gördüğümde seni
....

sadece saçımı okşa o zamanki gibi
ve o cümleyi tekrarla:
bu sen değilsin, değilsin bu sen..





26 Temmuz 2011 Salı

görrr

haydi zalim olayım
bu sefer
de
dedin

zalim olmayı denedin
(zalimdin de
zalim gözükemedin)
gözükeyim dedin

hadi dedim ben
de
hadi

zalim olamadığını
görrrrr
meye çalışmakla
geçecekkkkk
ömrünnn

git yine de zalimlerin
gözüne
bak


8 Temmuz 2011 Cuma

tersine ölmek

ölü bi çiçeği sulamaya
devam ediyorum
her sabah
bakıyorum

(daha
ne
kadar
ölebilirsin
ki
diye)

ölü bi çiçek
ölü çiçek
ölmüş tüm çiçekler
dikeyine değil de
yatayına
yaşayan

3 Temmuz 2011 Pazar

köşelerim

ağlıyorum
"oysa tek istediğim yuvarlakları olan bi alfabeydi"
köşeli bıraktınız beni köşeli


28 Haziran 2011 Salı

bu da böyle

hiç gitmedim
gideyazdım
hiç kalmadım
kalayazdım
satranç tahtasında
briç oynadım

27 Haziran 2011 Pazartesi

meyilli bişeyler

içimde nemli bişeyler var
hep

kelimeler gibi ağzımdaki
kemiklerim
inceldikleri yerden kopmaya
meyilli

sükunet
(lay me low)
istedim istedimse en çok

içimde meyilli bişeyler var
başın gibi gözyaşın gibi
nemli

26 Haziran 2011 Pazar

havada asılıydım da-

bir çocuğun alnındaki kurbanlık koyun
kanıydım
o kadar masum
o kadar sıçramış herkesin üstüne
o kadar havada asılı

yağmur yağdı sonra
çocuk unuttu beni
göremedi gözleri alnındakini

aktım
karıştım
insan kanına

16 Haziran 2011 Perşembe

kaç kişiyiz ki?

dün değil, ondan önceki gün. tünelden aşağı inerken, tam yokuştan aşağı inmiş....ken. özlemimi düşündüm. tünel ve istanbul ve sen. her uzak kaldığımda ne kadar özlediğimi. ve artık senden ve istanbuldan da kopma vaktinin geldiğini. dedim ki, özlem başetmesi güç çünkü başetmek zorundasın, özlemin gidecek yeri yok...tam o nokta. aşkın en rafine hali. gidecek yeri olmayan. pasif bi duygu. gidecek yeri olsun da istemeyen bazen. der...ken..
cemaati ötekinin ölümü kuracak diyor ya, blanchot,nancy ve diğerleri...
işte her ölüm,kayıp, imkansıza doğru. ve imkansızı gerçekleştirmeye savruluş, savrulma çabası..birbirimize tutunma yani...hiç bir sebep, hiç bir mantıklı açıklama olmadan...
kaç kişiyi düşününce gözleri dolar ki insanın...

11 Haziran 2011 Cumartesi

yine bu duvar

yine bu duvar
(dedim kendi kendime)
ellerimle itip
ayaklarımla çektiğim
evimin duvarı
doksan derece bedenime
yine bu duvar
bebeklerim doğdu bu sefer
çatlaklarından

1 Haziran 2011 Çarşamba

yan!

yan
ben ölmüş
yan
çiçek kokmuş ortalık

(iğrenç)

yan
kül
duman

ateşe keser
di)
eğer tutsaydın
"ölen öteki" nin elini
"beni öldürürken seni yaşatan" şeyi
eğer görseydin
ateşi keser
di)

halbuki
gitti
yetti (sana)
her şey!

yan!


29 Mayıs 2011 Pazar

bence arada bi deprem oluyor

bence arada bi deprem oluyor
arada bi birileri
travma travma diyor
travma travma denince
travma oluyor
self-reflective bi acı
kendine baka baka
kendini acı olmaya ikna ediyor
halbu ki yok
yok
yok
yok
yok
ki

24 Mayıs 2011 Salı

ağıt

kadın mı bu
erkek mi yoksa
dediler
tiksinerek
(sana ne kadar aşık olduğumu bilmediler)
o ne bilmiyorum ama
siz iğrençsiniz dedim
içimden
ağlayarak

22 Mayıs 2011 Pazar

ortadaki

ikiye bölündüm
bedenim
ortadan
ikiye

ben
ortada
kaldım

kal!

bazen
gitmek
bi orman gezintisi
gitmek

saçlarını yolan
gitmek
kadın
bazen
kopartılmış

gitmek
kopardığım
ekmek ve kelime

çırpınmadan boğulan
gitmek

durmak
ne gitmek
ne gelmek

gitmek
kalmak

20 Mayıs 2011 Cuma

ben ironiktir

bir ihtimal daha var
o da ironi mi
dedim
ya da
to be or
not to be
without the
irony!

17 Mayıs 2011 Salı

elma yedik sarhoşken

düşenler
"muhammedin melekleri"
kızıl sakallılar
ve boka bulanmış
elma yerken ağlayan
sarhoşlar

durmadan bombaladılar bizi
metroda pis kanınızı bulaştırmayın
dediler
biz ağlayamasaydık ortanızda
yaşayamazdınız da
kim bilir ne yaptılar ki
dediler
yaptıklarını hatırlayarak
cezasız
suçlarını hatırlayarak
kırılmış burnumuzda

elma yiyerek
ve ağlayarak
ve sarhoş olarak
buharlaşıp
üstünüze yağdık
oh ne güzel bi yağmur bu tertemiz dediğinizde

ben yine

ben yine bi gün
yattığım kanlı yataktan gözüme takılan
duvardaki çatlağa kusup
bütün evimi yıkmıştım

ben şirin baba ve bi rh an keskin
öldük altında

8 Mayıs 2011 Pazar

sonunda

bugün sonunda bahanesini yaparak ağladığım onca şeyden uzaklaşıp,
gözünün altındaki o mor damara ve polis ve faşistler seni dövdükten sonra eve geldiğinde seni yıkadığımda sırtında gördüğüm morluklara
ağladım...

de-di

düştüğüm yerlerde
de


düştüğüm yerler
de

yok

1 Mayıs 2011 Pazar

yan

kemiklerim ıslak
kaslarım nemli
gözlerim küf

dökülüyorum

bıraktın

kırmızı leke ellerimde kan
yanaklarımda yanan

döküleyim

bırak
da


20 Nisan 2011 Çarşamba

gelgitgel

gelirsin ve gidersin. birine geldiğinde o kendinde yoktur. ya da birine geldiğinde sen kendinde yoksundur, geldiğin anlaşılmaz. gelirsin ve gidersin. biri gel der, gidemezsin, sebepsiz, biri git der gidemezsin, saplantı.
geliş ve gidiş, yönler karmaşıklaştığında yokluğa doğru gider.
ya da hep yokluktan gelir.

17 Nisan 2011 Pazar

dolabın kapıları

bazen sabah uyanıp pof bugün ne giysem acaba diye düşünüp dolabımın kapısını açtığımda, bütün giysiler birden üzerime devrilir. gülerim o zaman salak salak. o kadar değişik renk çeşit ve değişik insan gibi gelir ki onlar bana, kucaklaşıp gülüşürüz ben ve benlerle.
o kapıyı açtığında, o gece.. üzerime döküldü bütün giysiler. sabah mahmurluğu kadar şaşkın beklenmedik. birden.
üzerime devrildi her şey.
altında kalmadım ama. sarıldım kucakladım. seni beni... yıkıntının ortasında. bi sigara yakmış, kucaklaşmış gibiyim kalanlarla.
evet klişedir: bu seferki gözler en güzeli, bu seferki gözler en derinidir. kanıtıdır akan bişeylerin.

12 Nisan 2011 Salı

güneşten kopan

üzülme dedim
yorganın altında büzüşen ben'e
dünya bile güneşten kopuşunun
acısını atlatamadı hala
milyonlarca yıl
sonra

10 Nisan 2011 Pazar

zahirden batına

"bir şeyin zahirine varılmadan batınına varılmaz" demiş pirler. hangisi zahir hangisi batın bilemediğin durum! zahirden batına giden köprüyü de kırıp zahir ve batının birbirine karıştığı denizde yüzmek. dalga dalga, göz göz yüzüne çarpan aşk!

ergen aklı

aklım
bi küçük ergen aklı
titrer

9 Nisan 2011 Cumartesi

sus

bu sus nerden geldi
gel dedin gelmedim

bu sus nerden geldi
içkiler kadehlerde

bu sus nerden geldi
göz kutsaldı
göz kutsadı

iyi ama
bu sus nerden geldi?


ferd ü tenha

Niyazi-i Mısri

Ta ezelden biz bu aşk içinde rüsva olmuşuz
İsmimüzdür söylenen manada anka olmuşuz

Gerçi suret aleminde sandılar keşretdeyüz
Keşret içre bilmediler ferd ü tenha olmuşuz

Katreler ırmaga ırmag idi bahre cem olup
Kavuşup birbirine hala o derya olmuşuz

7 Nisan 2011 Perşembe

cam kırıkları

dün kırdığım camları takmaya geldi camcılar. camı taktıktan sonra bi kahveni içeriz abla dediler. güldüm. ben de kırdıktan sonra bi kahve içmiştim zaten. yakışır:)

6 Nisan 2011 Çarşamba

bi

bi kapımız
bi kişiye
bi mecaldir
ister gül
ister katlet
ister aşk
ister kıyamet

bahr-i bikeran
bi ab kalır

4 Nisan 2011 Pazartesi

bu gözler

içi çok güzel bi adama rastladım. bi eksiklik var sende dedi. üzgünüm dedim. sinirlendi.
"ben sana bu gözlerle baktım, bu gözlerle" deseydin ya seni üzene dedi.
içimden aynaya bakarken dedim:
ben sana bu gözlerle baktım.bu gözlerle...

3 Nisan 2011 Pazar

kabuk

Kabuk
Kabuğum
soyuldu
vitamin olsun diye yenmiş
bi portakaldım ben
görevim
tamamlandı

kabuk
kabuğum
çatırdadı
isyan olsun diye fırlatılmış
bi tavuk yavrusuydum ben
görevim
tamamlandı

up up

up up
up

up up
up

d
o
o
o
o
o
w
n

tabii ki bu şarkı!

http://www.dailymotion.com/video/xdt8jd_yebnem-ferah-can-kyryklary_music

bütün bu cam kırıklarının ortasında( tabii ki karin karakaşlı' yı da hatırlayarak) :

bulanıklığın tam içinde, bir başımayım!!



grammaire!

fransızca gramer kitabımla
evin bütün camlarını indirdim
önce
elektrik süpürgesinin şarj olmasını beklerken
şekerli bi türk kahvesi pişirip
cam kırıklarını seyrettim
sonra

31 Mart 2011 Perşembe

sen?

hikaye malumdur, hatta kimimizin başına gelmiştir de, gelmeyenler de filmlerden filan aşinadır o sahneye: olay kişisi bi kavganın, dövüşün, harala gürelenin içindedir, hani şu kendilik bilincini kaybettiği anlardan biri diyelim. insanın bedene dönüştüğü anlardan biridir, beden ve beyin arasında olduğunu varsaydığımız mekanizma bir ve aynı şey haline gelmiştir. bilinçsizce mücadele etmektedir. ve birden o malum ses gelir: hey, yaran kanıyor! işte o anda başkasının gözlerine dönüşen gözlerimiz, birbirinden ayrılmaya çalışan aklımız ve bedenimiz, bi anda kendinin bilincine varır, ve bakar. üç saniye sürmüş olan şey, işte rölativite teorisi varsa, üç gün boyunca kaybettiğin bişeyini ararkenki gibi gelir ve sonunda bulursun: ılık bi sıcaklık ve çöküş. Aslında yaran kanıyor demese birisi, devam edeceksin işte dövüşmeye. Tükenene kadar.


(İşte o lafı duydum ben: yaran kanıyor dedi biri bana. Ve bi baktım ki, üstüm başım kan içinde, çabalamaktan koşturmaktan o kadar farketmemişim ki.)


Bedenin içine alması ve sonra dışına kusması meselesi... Bugün İsmet Doğan resimlerine bakarken düşündüm bunu da: Bazı kelimeleri beden sanki alıyor, içine sokuyor, içinde gezdiriyor ve sonra dışarı atıyor.

İçime aldım o kelimeleri, birden kendi isteğim dışında içime girdiler ve şimdi, kusuyorum. Dışıma çıkarıyorum ve dışarı çıkardığım an sanki hep bendelermiş hep benimlermiş gibi üzülüyorum.


Kelimeler, uyum sağlayamamış nakil organlar gibi içime giriyor. Her yere onlarla gidiyorum. Metroda yanımda annesinin kucağında oturan çocuk o kelimelerle bakıyor yüzüme, gazetelerin sür manşeti, otobüs duraklarının adı, derste hocamdan duyduğum bikaç laf....Kelimelere dönüşüyor. O kelimelere. Kelimelerin sahibi de düşündürmez olmuş artık beni.

22 Mart 2011 Salı

negatif hatırlama faaliyetleri:)

insan hep iyiyi güzeli hatırlıyor. ne güzel günlerimiz olmuştu, şurda ne güzel bi kahve içmiştik, şurda ne güzel sevişmiştik, şurda ne güzel şeyler hayal etmiştik, şurda ne güzel sohbet etmiştik, ne güzel anlamıştı beni..
eh biraz cesaret: şurda ne güzel birbirimize girmiştik, şurda ne güzel patur kütür birbirimize girişmiştik, şurda ne güzel sığ bir gerizekalı olduğunu düşünmüştüm, şurda ne güzel en yakın arkadaşına aşık olmuştum, şurda ne güzel o bunu anlayıp çirkinleşmişti, şurda aslında çoğu zaman da bilmezdi öpüp koklamayı.
oh be.
şimdi deniz kenarında bi kahve vakti:)

güven

dedim ki:
sen güven, koşulsuz güvenmeye devam et. düşünme sonunu. güvenin boşa çıkarsa? boşa çıkaran, seni hayal kırıklığına uğratan düşünsün onu.
güveniyorum, inanıyorum. giderek daha çok seviyorum seni. gülüşünü. tek gamzeni. sen de bilirsin. insanlar kurdukları zindanlarda yaşıyor. daha ağır seninkinden.

21 Mart 2011 Pazartesi

nokta

saat 03:43. uyuyamıyorum. uykum yok. bütün gün yemek yemedim. aç değilim. içim susmuyor. kendime susmuyor. başkasına susuyor. bi sandelyeye tünemiş, kadehimde martini rosso, kitaplar dizili...okunmuyor. gitmiyor akıl. bi şehir bombalanıyor. içim bombalanmış. darmadağın.
kayıp mı olduk. gizledik de mi yorulduk. boş mu konuştuk bunca zaman. hep bildiğimiz orda durdu da, öyle veya böyle diyip de mi susturduk. yok yok olmadı. susturamadın kızım. susmadı. için alev alev yandı tekrar tekrar. her aklına geldiğinde. kokusu var aklına gelir kokusu. gitmez. sarhoş eder insanı.
insan ömür boyu sever, başka bi insanı. nokta.

20 Mart 2011 Pazar

I don't want to live without you.

regina spektor- the sword and the pen

http://www.youtube.com/watch?v=OSLDUqPLe4s

Don't let me out of this kiss.
Don't let me say what I say.
The things that scare us today.
What if they happen someday?
Don't let me out of your arms for now.
What if the sword kills the pen?
What if the god kills the man?
And if he does it with love,
Well then it's death from above.
And death from above is still a death.

I don't want to live without you.
I don't want to live without you.
I don't want to live
I don't want to live
Without you.
I don't want to live
I don't want to live
Without you.

For those who still can recall
The desperate colors of fall,
The sweet caresses of May,
Only in poems remain.
No one recites them these days
For the shame.

So what if nothing is safe?
So what if no one is saved,
No matter how sweet,
No matter how brave,
But if each to his own lonely grave?

I don't want to live without you.
I don't want to live without you.
I don't want to live
I don't want to live
Without you.

yüzleşme2

insan kendi ölümüyle, ölümlülüğüyle yüzleşiyor. öldüğü zaman öldüğünü bilemiyor bilemeyecek belki de. ama sevdiklerinin ölümlülüğüyle yüzleşmek imkansız. bu yüzden sabaha kadar bi kalp atışını dinlemek.dünyanın en huzurlu şeyi.pıt pıt. avcumun içinde.

bi şiir

bu ara deleuze-guattari okumalarına dalmış olduğumdan fazlasıyla antonin artaud duyuyorum. bi şiiri var. okuduktan sonra bende şu soruyu uyandırıyor: " hangi organlarla sevişilir?":

Beden bedendir
Tümüyle ve tekbaşına
Ve organa ihtiyacı yok
Beden asla bir organizma değildir
Organizmalar düşmanıdır bedenin
(antonin artaud)

interaktif bişi

japonyada insanlar ölürken acaba ordaki türklere neler oluyor diye merak eden harika türk medyasına benzemek istemem ama, son zamanlarda beni japonyadan takip eden kişinin ne halde olduğunu merak etmeden edemiyorum.

9 Mart 2011 Çarşamba

bi pop şarkısı

geçenlerde bi gün soğuk bi kadıköy gününde, senle neler neler yaşadığımız kadıköy sokaklarında yürüdüm. sen, bi önceki büyük aşk, bu sayfalarda ve bilinçaltımda çokça ihmal edildin. yıllarımız birlikte geçmesine rağmen, yüzünü bile anımsamakta zorlandığım anlar oldu. senin değdiğin yerlerden kaçtım, adını ağzıma almadım, senden çok bahsetmem gerektiğinde eski sevgili oldun hep.
bilerek yanlış otobüse bindim, kadıköye giden. şöför ısrarla bak burda inersen daha kolay dönersin geri dese de, acelem yok dedim, giderim kadıköye... tek tek o sokakları dolaştım. balık pazarından, ermeni kilisesinin önünden geçtim, senle geçerdik önünden, her geçtiğimizde de içimin acıdığını tahmin ederdin belki de.. o zamanlar gizemli bi acıya gönderme yapan harfler bu defa birer ses oldular(sonunda ermeni alfabesini öğrendim). sonra pazarın içinde bi türk kahvesi içtim.. yoksaymadım seni. alnımdaki iğrenç ağrıya, yutkunmalarıma, dayanarak, o kahvecinin karşısındaki migrostan heyecanla çıkışlarımızı hatırladım, büyük ihtimalle o zamanlar bende hipoglisemi başlamak üzereymiş, o marketten çıktıktan sonra elimizdeki poşetlerden heyecanla çikolotaya saldırışım geldi aklıma. sonra bizi takip ettim, yukarı çıktım, antikacıların ordan yukarı modaya çıktım... modadaki evimizin olduğu sokağa...insanların acıdan çıldırdıklarından neden kafalarını duvara vurduklarını anladım...duygular o kadar acıtır ki fiziksel acı onu hafifletir sanırsın...
yazarken bile ağır...
ve korkarım o garip pop şarkısıyla karşılaşmamı başka bi zaman anlatmam gerekecek.

kafa bu

bazen kafa bu
diyorsun
kafa bu ulan
daha ne kadar dayanacak nereye gidecek
beyin kanaması denen şeyin dünyanın en romantik anı olduğunu
kabul ediyorsun
ya da woody allen gibi
içini kusmak yerine
sessizce
tümör büyütüyorsun

15 Şubat 2011 Salı

ucube kadar taş düşsün başınıza!

lafını bile etmeye değmez diyordum ama, korkunç heykeller üzerinden sanat ve politika tartışandan, tiksinç karikatürler üzerinden düşünce özgürlüğü güzellemeleri yumurtlayandan sıkıldım.
yettiniz artık. odanızda oturup tırnaklarınızı kemirerekten tatminsiz boşalmalarınıza nesne olmak istemiyorum. şeriat gelmesinden daha şiddetli bi korkum var ki: türkiyeye demokrasi gelmesi.

12 Şubat 2011 Cumartesi

ateş aleve dönünce...

geçenlerde flört ettiğim kadınlardan biri senin hayranın çıktı. tuhaf di mi?? türkiyede benden başka hayranların da var...dalga geçmek için söylediğimi sanma, senin oynadığın türden filmler pek sık gösterime girmez buralarda..zaten feminist bi film festivalinde izlemiş oynadığın filmi.
bizi düşününce aklıma kürk mantolu madonna geliyor. saf bi türk berline gider ve orda deli bi berlinliye aşık olur..gerçi sen berlinli diilsin, paris kokusu çıkmamış üstünden hala...ama dilerim sonun kürk mantolu madonna gibi olmasın, kürk manto diyince aklıma, üşüyüp üstüne aldığın mavi montun geldi. arabanın yanında durmuştuk biraz. berlindeki "o" sokakta. o'strasse' de yani..
uzun bi süredir seni "artist" olarak düşünmemiştim. kamusal alandaki varlığın gelmemişti aklıma. sonra google da küçük bi araştırma yaptım, oynadığın filmlerden birinden harika bi kare buldum. yaşlı demek istemem sana, ama gençsin o zamanlar.. boynunda bi puşi var ve arkanızda bi ateş yanıyor. ve karşındaki kadına bakıyorsun, güzelim turkuaz gözlerinin etrafındaki keskin çizgiler yok daha...iki kadın birbirinize öyle güzel bakıyorsunuz ki..bilgisayarımın masaüstüne koydum fotoğrafınızı...
geçen gün craigslist te gördüm evini, yine kiraya veriyorsun...uzun uzun baktım...uzun uzun..
her şey bi fotoğraf artık benim için...
yürek burgusu diye bi kitabı vardı henry james'in... yürek burgum benim...

6 Şubat 2011 Pazar

ağladım

ağladım
çok eski bi zamandan gelen bi dostu, kırgınlık ve utançla ayrılan yolumuzun birleştiği metro girişinde, kolundan tutup, ismini haykırdığımda, etrafımızda akan iş çıkışı kalabalığa aldırmadan sarılırken, yüzüne bakıp tekrar tekrar sarılırken,
ağladım
bütün gece el cezire izlerken, gecenin bi saati, sıcak yatağımda, televizyonda gördüğüm iki kadının eteklerine ve battaniyelere kaldırım taşlarını doldurup barikatlara yetiştirmeye çalıştıklarını gördüğümde,
ağladım
çok sevdiğim bi adama, belki de tek gerçek kırgınlığımı, yıllarca sakladıktan sonra birden dökülünce.
ağladım.
nefes aldım.

28 Ocak 2011 Cuma

bir kahireli

bir kahireli
elinde dijital makinesiyle
kendi fotoğrafını çekiyordu
askeri tankın üzerinde.

çok güzel çıkmışsın diyesim geldi..

o fotoğrafa bakan oryantalist batılının o sırada sıcak yatağında uyuduğunu düşününce....

24 Ocak 2011 Pazartesi

herşeyin post-u makbuldür:))

sonunda günlerdir üzerinde uğraştığım paper ı bitirdim. sonuç bölümü ağır bel ağrıları eşliğinde yazılmış olsa da, sonunda bitti. keşke okuyanlar biraz yorum yapsa:)

1
1.GİRİŞ: ANARŞİST BANKER?
Lizbon'lu şair-yazar Fernando Pessoa (1888Lizbon—1935 Lizbon ), Anarşist Banker isimli kitabında, anarşist olduğunu iddia eden bir bankerin hikayesini anlatır. Kitabın anlatıcısı, aynı zamanda ticaretle de uğraşan banker arkadaşıyla yediği yemek sonrası, arkadaşının “eskiden” anarşist olduğu yolundaki söylentilerden söz açar. Banker arkadaşıysa bunun yanlış olduğunu çünkü sadece “eskiden” değil “hala” anarşist olduğunu söyler ve Platonik diyaloglar şeklinde gelişen kitap boyunca, banker ve anarşist olmanın çelişmediğini, hatta yeryüzündeki en tutarlı anarşistin kendisi olduğunu kanıtlamaya çalışır.
Anlatıcının, genelde “bombacı ve sendikacı” olarak bilinen anarşistlerle arasında bir fark olup olmadığı sorusuna, “Bombalara ve sendikalara düşkün o tiplerle aynı yaşamı sürdürmediğim kesin. Ama anarşizm ile kendi idealleri arasında çelişkiye düşenler onlardır, onların yaşamıdır...Onlar anarşist ve aptal; ben, anarşist ve zekiyim...bu insanlar büyük liberal doktrinin iğdiş edilmiş dişileri (2006: 9,10).” şeklinde yanıt veren banker, diğerlerinden farkını da şöyle açıklar : “...Lizbon'un işçi sınıfında, halktan insanlar arasında dünyaya geldim. Tahmin edebileceğiniz gibi hiçbir şey miras kalmadı bana: ne toplumsal konum, ne de beni eğitecek koşullar. Sahip olduğum tek şey berrak bir zeka ve oldukça belirgin bir irade gücüydü. Ama bunlar doğal yetilerdi, mütevazı köklerim bunları elimden alamazdı.(2006: 10)”. Diğerlerinden (anarşist yoldaşlarından ve yetiştiği çevredeki 'sıradan insanlardan') farkının doğuştan getirdiği 'zekası ve bilinci' olduğunu pek çok kere tekrar eder banker:
“Zekiydim. Fırsat buldukça okuyordum, tartışıyordum ve aptal biri olmadığımdan, derin bir tatminsizlik içindeydim...(2006: 11)”
“...doğa beni oldukça berrak bir bilinçle donattığından, bilinçli bir anarşist olmuştum.(2006: 12).”Kişisel anarşist mücadelesini de bu temel fark üzerinden temellendirir: “Kimileri eğitim görme, gezip dolaşma, kendini geliştirme olanağıyla doğarlar, dolayısıyla, doğuştan zeki
olanlardan daha zeki olma olanağına kavuşurlar... Doğa'nın adaletsizliklerini bir yana bırakabiliriz, çünkü bunlardan kaçamayız. Ama toplumdan ve toplumsal uzlaşmalardan kaynaklanan adaletsizliklerden kaçınmaya niye çalışmayalım? Bir insanın, yetenek, güç, enerji gibi Doğa'dan aldığı yetilerle benden üstün olmasını kabul ederim (zaten mecburum kabul etmeye!) ama annesinin karnından çıktığında sahip olmadığı, ama mutlu bir rastlantı sonucu burnunu dışarı çıkarır çıkarmaz gökten zembille inen zenginlik, toplumsal konum, rahat yaşam gibi sonradan edinilen niteliklerle benden üstün olmasını kabullenemem.(2006: 13)”
Görüldüğü üzere Anarşist Banker, Doğa'nın getirdiği her şeye – eşitsizlikler de dahil- razıdır. Onun razı olamadığı şey, doğal gerçekliklere sonradan eklemlenen toplumsal kurgulardır : “En büyük kötülük, daha doğrusu tek büyük kötülük, doğal gerçekliklere gelip yapışan toplumsal uzlaşma ve kurgulardır - evet , tüm kurguları kastediyorum; aileden paraya, dinden devlete kadar hepsini.....Toplumsal kurgular sayesinde şu ya da bu olunur. Peki ya bu toplumsal kurgular neden kötüdür? Çünkü bunlar kurgudur, çünkü doğal değillerdir.(2006 14)”
Doğa' ya karşı gelen tüm kurguların yok edilmesi gerektiğini savunur. Onun için adalet de “doğal ve sahici” olana dönüşle mümkün olabilir. Peki ama “doğal” olan nedir? Anarşist Banker' e göre “doğal olan şey, içgüdüden kaynaklanandır..(2006: 16)”.
“Doğal ve sahici” olana dönüşün yolları üzerine de düşünür ve bu geçişin ancak “zihinsel” bir uyum, hazırlık süreci olarak mümkün olabileceğinden bahseder. Toplumun “zihinsel” olarak “doğal” yaşama hazırlanması gerektiğini savunurken, somut uyum tekniklerini -örneğin proletarya diktatörlüğünü- doğru bulmaz. Ona göre “önceden var olmayan bir şeye somut olarak uyum” söz konusu olamaz ve “devrimci bir rejim savaşçı bir diktatörlüğün ya da daha açık bir deyişle askeri ve zorba bir rejimin dengidir, çünkü toplumun bir bölümü tarafından tüm topluma dayatılmıştır.(2006: 19)” Bu noktada Rus
3
Devrimi için “özgür bir toplumun doğumunu on yıllarca geciktirecek bir şey... Zaten okuma yazması olmayan ve mistik bir halktan ne beklenir ki? (2006: 20)” der ve kitaba daha sonra eklediği bölümlerde de komünistleri “Öte Dünya özrü olmayan mazeretsiz Cizvitler (2006: 78)” olarak niteler.
Konu dayanışma, görev duygusu ya da özgecilik olduğunda da ölçütü yine doğallığa dayanan “ bencilce karşılık” kavramıdır: “ Evet; evlenmek için, Portekizli olmak için, zengin ya da yoksul olmak için doğulmadığını bana kanıtlayan bu aynı mantık, dayanışma içinde olmak için doğulmadığını, kişinin yalnızca kendi olmak için doğduğunu kanıtlamaktadır. (2006: 27).”
“...'Görev' düşüncesi doğal mı? Bu 'görev' düşüncesi bize nereden geliyor? Bu görev düşüncesi benim varlığımı, huzurumu koruma içgüdümü ve bir o kadar doğal çok sayıda başka içgüdüyü feda etmeye beni zorluyorsa, bu düşünce, herhangi bir toplumsal kurgudan ve bu kurgunun sonuçlarından ne ölçüde farklıdır?” sorularını sorarken görev ve dayanışmanın ancak bencilce bir karşılık sağlıyorsa doğal kabul edilebileceğini ve bu bencilce karşılık beklentisinden vazgeçilmesinin tek şartının da bunu bir başkası için feda etmek olacağını söyler. Yine aynı şekilde “yardımlaşma” da onun için bir çeşit zorbalıktır çünkü birine yardım etmek onun yeteneksizliğini kabul etmektir ve emretmek ya da kendini dayatmaktan farksızdır. ( 2006: 35).
Anarşist örgütlü mücadelenin içinde bulunduğu dönemde, bu mücadele içindekilerin de bir süre sonra mücadele ettikleri iktidar yapılarını taklit etmeye başladığını ve mücadelenin içindeki insanların birbirlerine hükmetmeye çalıştığını üzülerek farkeden banker, uzun süre bunun nedeni üzerine düşünür: Hükmetmek doğal bir içgüdü müdür yoksa bir sapma mıdır?
“Bunun ancak iki nedeni olabilirdi: Ya insan yaradılıştan kötüdür ve sonuçta tüm doğal nitelikleri doğal olarak sapkın'dır; ya da bu sapma insanlığın zorbalık yaratan bir sisteme
4
uzun süredir alışmış olmasının sonucudur...(2006: 38)”
Bu varsayımların doğruluğunu ölçmede kullanacağı yöntemleri de sorgular: “...akıl yürütme hiç işimize yaramaz, çünkü tarihsel ya da bilimsel düzlemdedir ve olgular hakkındaki bilgimize bağlıdır. Diğer yandan bilim de bize daha fazla yardımcı olamaz, çünkü geçmiş zaman içinde gerilere uzandıkça, insanı daima şu ya da bu türdeki toplumsal zorbalık koşullarında yaşarken buluruz, bu da tamamıyla doğal koşullarda yaşayan insan davranış biçimlerini bilmemizi engeller. (2006: 39)”
En sonunda örgütlü mücadelenin kendi iç zorbalığını yarattığını söyler ve tek başına mücadele etmeye karar verir. Paraya hükmedecek, kendini paranın boyunduruğundan böylece kurtaracaktır. “Yeni zorbalıklar yaratmamak ve zorbalığın olmadığı yerde zorbalık yaratmamak” kaydıyla! Diğer insanların bu mücadeleyi seçmemiş olması da yine onların bankerden “doğal olarak daha az zeki olmasından kaynaklanmaktadır (2006: 56). “

Giriş bölümünde yer alan bu uzun değinmenin sebebi, yukarıda atıfta bulunulan meselelerin aslında genel olarak Batı felsefesinin, konu özelinde de anarşist siyaset felsefesinin temel sorgulamalarını gündeme getirmesidir:
İnsan zihni doğduğunda bir tabula rasa mıdır yoksa doğuştan gelen bir takım özellikler var mıdır? Akla yatkın olan ve olmayan nedir? İnsan doğası diye bir şeyden söz edilebilir mi, eğer söz edilebilirse bu iyi midir kötü mü? İnsan doğayla nasıl bir ilişki kurmaktadır? İnsan- toplum- doğa arasında genel olarak nasıl bir ilişki vardır? Görev nedir? Hangi koşullara bağlıdır ve kişisel çıkarlar ve toplumsal görevler hangi noktalarda çakışırlar? İdealize edilen topluma (konu bağlamında devletsiz topluma) giden yolda hangi rasyonel kurallar öngörülmektedir ya da ya da bu tip kurallar öngörülmekte midir? İnsanların doğuştan eşit olmadığı ve birlikte mücadele ettiklerinde zorbalığı tekrar ürettikleri varsayıldığında, Rousseau' nun insanların doğuştan iyi olduğu fakat toplum tarafından 'yozlaştırıldığı'
5
savından derinden etkilenmiş olan klasik anarşizmle nasıl bir bağ kurulabilir?
Öyle görünüyor ki, Pessoa' ya göre insan zihni bir tabula rasa değildir ve doğa insanlara eşit davranmaz. Bu eşitsizlikler nedeniyle de Rousseau' nun iddia ettiği gibi insanların doğuştan iyi ve eşit oldukları iddiası temelsizdir.
Eğer klasik anarşizmin rasyonaliteyle ilişkisini sorgulamak istiyorsak, bu ve bunun gibi bazı temel sorular üzerinde düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu çalışma bütün bu sorulara cevap vermek değil, bu soruları sorduğunda karşısına çıkacak olan bilgileri değerlendirmek niyetindedir.
2. KLASİK ANARŞİZME GENEL BİR BAKIŞ VE RASYONALİTE İLİŞKİSİ
“On façonne des plantes par la culture et les hommes par l'éducation.”
Rousseau (Aktaran : Joll, 1964:30)

Klasik anarşizmden ne anladığıma geçmeden önce, öne çıkan anarşist düşünürleri hatırlamanın faydalı olacağını düşünüyorum. Bunun sebebi, anarşizmin diğer ideolojilerden farklı olarak, hukuk kurallarını ve devlet fikrini reddinde ortaklaşsa da, farklı bakış açılarının süzgecinden geçtiğinde farklı anlamlara gelebileceğini düşünüyor olmam. Kişisel okumalarım sırasında en çok karşıma çıkan anarşist düşünürler arasında; Godwin, Proudhon, Stirner, Bakunin ve Kropotkin yer alıyor. Kimine göre (Godwin) uyulması gereken en üst yasa genel refahken, kimine göre ( Proudhon) adalettir, bir diğerine göreyse (Stirner) kişisel refah en önemli unsur olduğundan herhangi bir yasaya boyun eğilmemelidir. Görüldüğü gibi anarşist düşünürler, yasa, mülkiyet ve toplumsal yaşama yaklaşımları nedeniyle birbirlerinden oldukça farklı fikirler ortaya atmıştır. Bu nedenle anarşizm iktidarın devlette biçimleşmiş halini ve bunun devletin yönetilme biçimiyle ilgili değil kendi yapısıyla ilgili olduğunu görmesi noktasında uzlaşmışsa da, her düşünür farklı düşünmektedir. Ben de bu nedenle, klasik anarşizm hakkında genel bir perspektif oluşturmak adına bu düşünürlerden Kropotkin özelinde bir tartışma yürütmeyi tercih
6
ediyorum. Kropotkin'in seçilmesinin en önemli sebeplerinden biri, her türlü devlet iktidarını reddetse de normatif olmaktan kaçamaması, moderniteyi keskin bir biçimde eleştirse de bilimsel yönteme sıkı sıkı sarılmasıdır. Anarşizmin diğer devrimci ideolojiler gibi 18. yüzyılın rasyonalitesinden ve insan aklına, onun yapabileceklerine olan inançtan doğduğu ortadadır ve bu çelişki Kropotkin de görünür haldedir.
Kropotkin' e göre, insanı mutluluğa götüren yasa evrimin ilerlemeci yasası olmalıdır. Ona göre doğa bilimlerinin metodu tek gerçek metoddur ve bu toplum bilimlerine adapte edilmelidir. İnsanlık kötüden iyiye doğru bir evrim geçirmiştir ve bundan sonraki hedef de insanlığın en mutlu olduğu koşulları yaratabilmektir. Bu evrim, devrime engel değildir, evrim yavaş olsa da, toplumsal değişimlerin aniden gerçekleştiği durumlar da vardır. Böylece devlet, mülkiyet yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Ancak bu sosyal bir devrim sayesinde mümkün olacaktır(Eltzbacher, 2004:139).
İngiliz Bilim Kurulu üyesi olan Kropotkin, Darwin' in evrimin belirleyici faktörünün rekabet ve hayatta kalma mücadelesi olduğu tezine cevaben yazdığı Karşılıklı Yardımlaşma (Kaos, 2001) isimli kitabında,
'....İnsanlığı karamsar bir bakış açısıyla değerlendiren yazarlar hep varolmuştur....Hobbes'un tavrı da buydu; oysa ki on sekizinci yüzyıldaki ardıllardan bazıları, insanlığın, yaşamın hiçbir evresinde, en ilkel halinde bile, sürekli bir savaş durumunda yaşamadığını, insanlığın “doğal hal”deyken bile toplumsal olduğunu, insanlığı ilk tarihsel dönemlerdeki dehşete yöneltmiş olan şeyin insanın doğal kötü eğilimleri değil, daha ziyade, cehaleti olduğunu kanıtlamaya çalışmışlarsa da, Hobbes okulu, tersine sözüm ona “doğal hal”in, hayvansı yaşamlarının sıradan kaprisiyle karmakarışık bir şekilde tesadüfi olarak bir araya gelmiş bireyler arasında sürekli bir savaştan başka bir şey olmadığını ileri sürüyordu.(2001: 79)”

diyerek Hobbes'u eleştirirken, insan doğasının varlığını kabul ediyor ve Hobbes'un aksine insan doğasının iyi olduğunu iddia ediyordu. Buradaki kötülüğün sebebini cehalete bağlıyor oluşu da Kropotkin' in eğitim hakkındaki fikirleri hakkında bir ipucu veriyor. Her ne kadar paragrafın geri kalanından Rousseau' yu eleştirse de, insanın doğuştan iyi olduğu ve toplum tarafından yozlaştırıldığı ve eğitimle düzeltilebileceği fikrini savunan Rousseau' dan oldukça etkilenmiş gözükmektedir(Joll, 1964: 30).

7
Aynı kitabın, “Modern Toplumda Karşılıklı Yardımlaşma” isimli bölümünde devlet döneminde meydana gelen olaylardan , köy komünlerinin devletin onları ortadan kaldırmasına karşı ne tür mücadelelere girdiğinden bahseder:
“.....Tüm toplumsal işlevlerin devlet tarafından yutulması zorunlu olarak kontrolsüz, dar kafalı bir bireyciliğin gelişmini teşvik etti. .....Ve bir zamanlar vahşi bir ülkede, Hotantolar arasında, yiyeceği paylaşmak isteyen olup olmadığını üç kere sormadan yemek yemek çok ayıp sayılırken, günümüzde saygın bir yurttaşın tek yapması gereken şey, vergisini ödemek ve açların açlıktan ölmesine izin vermektir. ...Bilim herkesin herkese karşı mücadelesinin doğanın ve insan toplumlarının önde gelen ilkesi olduğunu yüksek sesle ilan ediyor. Biyoloji bu mücadeleyi hayvanlar aleminin tedrici evrimine atfediyor. Tarih de aynı bakış açısında katılıyor;ekonomistler ise, kendi bön cahillikleri içerisinde, modern endüstri ve mekanikteki ilerlemenin tümünü aynı aynı ilkenin “olağanüstü etkilerine” bağlıyor. ..”Pratik” eylem adamı ve teorisyen, bilim adamı ve vaiz, hukukçu ve politikacı, hepsi, bir konuda anlaşırlar: bireyciliğin en katı etkileri yardımseverlikle az veya çok yumuşatılabilir, ancak toplumun devamı ve sonraki gelişimi için tek sağlam temel bireyciliktir. Dolayısıyla modern toplumumuzda karşılıklı yardımlaşmanın kurum ve alışkanlıklarını aramak nafile bir çaba gibi görünüyor. Geriye ne kalabilirdi ki?(2001: 205)”

Bu paragraftan da anlaşıldığı üzere, Kropotkin moderniteyle birlikte gelen bireyciliği ve böylece karşılklı yardımlaşmanın yerine rekabetin koyulmasını eleştirmektedir. Dikkat çeken bir başka şey de, Biyoloji' den Tarih'e bütün disiplinleri eleştirmesidir. Ancak bu bu bilimlerin yöntemine getirilen köktenci bir eleştiri olarak algılanmamalıdır. Zira “Çağdaş Bilim ve Anarşi”(Öteki, 1999) kitabında, anarşi anlayışının “XIX. Yüzyılda tüm doğal bilimlerde gerçeklleşen büyük şahlanışın zorunlu bir sonucu olduğunu” söyler(1999:8).
Kropotkin' e göre, on dokuzuncu yüzyıl düşünce akımlarının kökeni, bir önceki yüzyılın başlarıyla ortalarında yaşamış İngiliz ve Fransız filozoflarının çalışmalarına dayanır ve bu düşünce akımlarında görülen ve insan bilgisini tek bir sistem içinde -doğa' da toplamaya doğru yönelim, daha sonraki düşünürlere bütün evreni doğal bilimlerin inceleme yöntemini kullanarak inceleme cesaretini vermiştir(1999: 21). Laplace' ın uzay fiziği konusunda yaptığını on sekizinci yüzyıl Fransız filozofları fizyoloji ve psikoloji konusundaki çalışmalarında yapmaya çalışmışlar ve bunu yapmaya çalışırken de daha önce Kant' ta
8
karşımıza çıkan metafizik yargıların tümünü ellerinin tersiyle itmişlerdir(1999:23). Kropotkin, Kant'ın ahlak kurallarını açıklamak için kullandığı ve kesin bir yasa gibi benimsendiğinde herkesin benimsemek zorunda kalacağını söylediği kategorik imperatif kavramının, nesnellikten uzak, dumanlı, anlaşılmaz, ek açıklama gerektiren nitelikte olduğunu söylemektedir(1999:23). Dolayısıyla ona göre dünya görüşümüzü, metafizik kavramlardan, kör inançlardan, önyargılardan kurtartıp bilimsel temeller üzerine kurmamız gerekmektedir(1999:25).
Bunu kurabilmenin yoluysa, bütün bilimsel sonuçları kucaklayabilecek bir sentetik felsefe kurmaktan geçmektedir(1999: 35). İnsanlığın elde ettiği bütün bilgilerin toplamına dayanan, sistematik, birleşmiş, bir zamanlar filozofların “öz”, “mahiyet”, “hayatın amacı” vb. gibi adlara kafayı takmayan bir felsefe girişiminde en dikkat çekici olanlardan birinin August Comte olduğunu söyler(1999: 36). Kropotkin' e göre Comte, yaşamın bilimini(biyolojiyi) ve insan toplumlarının bilimini(sosyolojiyi) pozitif ilimler arasına sokmakla çok yerinde bir iş yapmıştır(1999:36). Ancak Comte, ahlak duygusunun insan doğasına bağlı olduğunu, bunların her ikisinin de, uzun bir evrimsel gelişme sürecinin sonucunda oluştuğunu, tek tek kişilerin ne kadar ahlaksız davranışları olursa olsun, ahlak ilkelerinin bir içgüdü olarak insanlıkta yaşamaya devam edeceğini görememiştir(1999: 39). Peki ya anarşizmin modern bilimle alakası ne olmalıdır ve bu ilişki üzerinden duruşu nedir? Kropotkin'in bu ilişkiye dair fikri,
“....İnsan toplumlarının yaşamı da içinde olmak üzere tüm doğayı, doğada olup biten bütün olayları mekanik kavramaya dayalı bir dünya görüşüdür, anarşizm. Araştırma metodu, doğal bilimlerin araştırma metodudur; bütün bilimsel tezler bu metodla sınırlanmalıdır. Hedefi sentetik bir felsefe yaratmaktır.(1999:65)”
şeklindedir ve yöntem konusunda da şunları söylemektedir:
“...Çağdaş bir natüralist için 'diyalektik yöntem' çok gerilerde kalmış, yaşanmış, bitmiş ve bilimin de -çok şükür- unutup gittiği bir yöntemdir...On dokuzuncu yüzyılın hiçbir buluşu diyalektik yöntemle olmamıştır. Bunların tümü biricik bilimsel yöntem olan tümevarım yöntemiyle gerçekleştirilmiştir(1999:68)”
9
Görüldüğü gibi, Kropotkin modern bilimi büyük bir coşkuyla kutlamakta ve anarşizmin de bilimsel bir yöntem tutturması gerektiğini düşünmektedir. Kropotkin' göre, modern bilim bir yandan insana kendisini evrenin çok küçük bir parçası olduğunu hatırlatarak değerli bir tevazu dersi verirken, diğer yandan da eğer doğanın sınırsız enerjilerinden ustalıkla faydalanırsa, ilerleyen yürüyüşünde ne kadar güçlü olduğunu da öğretmiştir(Etik, 2007: 23).
Bu noktada bu bilimsel gelişmelere ayak uydurması gereken bir başka bilgi dalı, Kropotkin için önemli gözükmektedir: Etik, ahlakın temel ilkelerine dair öğreti:
“....Mevcut bilimsel canlanışa layık, ahlakın temellerini daha geniş bir felsefi zeminde yeniden oluşturmak için yeni kazanımların tümünden faydalanacak, uygar uluslara önlerinde duran büyük görev için gerekli esini verecek olan bir etik sistemi(2007:23)”

olmalıdır. Bu noktada tekrar Kant'a ve ahlak anlayışına dönmektedir. Kropotkin' e göre:

“....Kant'ın “ahlak yasası”nın, eğer özünü koruyup formülünü azıcık değiştirirsekk, insan aklının kaçınılmaz bir çıkarımı, olduğunu kabul edebiliriz. ..Ahlak yasasının Kant'ın ne yazık ki ifade etmediği özü, eşitliktir; adalettir. Ve eğer Kant'ın metafiziksel dilini tümevarımsal bilimin diline tercüme edersek, onun ahlak yasasının kökenine dair anlayışı ile doğabilimcinin ahlak duygusunun kökenine dair görüşü arasında bağlantı noktaları bulabiliriz.Yine de tüm etiğin büyük sorusu cevaplanmamış olarak kalır. “İnsanların bilincinde olduğu zorunluluk duygusu nereden gelir?(2007:65)”

Dolayısıyla, Kant ahlakın temel yasalarını insan doğasını, hayatın ve insanların eylemlerini izleme yoluyla değil de, soyut düşünme yoluyla keşfetmeye çalışmıştır ve ahlakın temeline görev duygusunu yerleştirirken bunun doğasını açıklayamamıştır(2007: 272). Kant' ın ahlak yasasının kabul edilmesini engelleyen şey “Ahlaki karar öyle olmalıdır ki evrensel yasanın temeli olarak kabul edilebilmelidir,” şeklindeki iddiasıydı der Kropotkin ve ekler:
“..Ama kim tarafından kabul edilecek? Bireyin aklı tarafından mı yoksa toplum tarafından mı? Eğer toplum tarafından ise bir davranış hakkında üzerinde tam anlaşılmış yapı için ortak iyilikten başka bir kural olamaz ve o zaman kaçınılmaz olarak Kant'ın ısrarla reddettiği faydacılığın ya da mutçuluğun teorisine sürükleniriz(2007: 278)”
Tüm bu eleşitirisine rağmen Kropotkin, Kant'ın geleneksel dinsel etiğin yıkılmasına ve yeni, tamamen bilimsel bir etiğin zemininin hazırlanmasına önemli ölçüde yardım ettiğini, evrimci etiğin yolunun hazırlanmasına yardımcı olduğunu söyler(2007:275).
10
Hegel'i, Kant' a karşı çıkarak mutlak aklın değiştirilemez bir hakikat ya da değişmez bir düşünüş olmadığını, sürekli hareket halinde, canlı ve gelişen bir akıl olduğunu söyleyerek Alman felsefesinde evrim fikri üzerinde düşünen ilk filozof olması sebebiyle överken, bireyi sadece devletin elindeki bir araç olarak gören, adaleti dışlayan bir toplum tasavvur ettiği için de eleştirir(2007: 287):
“..Hegel'in felsefesi, “Varolan her şey rasyoneldir,” diye ısrar ederek gerçeklik ile uzlaşmasına karşın, aynı zamanda felsefeye belli oranda devrimci bir ruh da soktu; belli ilerici öğeler taşıyordu ve bunlar, sözde “sol” Hegelcilerin, Hegel'in öğretisini devrimci düşüncelerin zemini olarak kullanmalarına olanak verdi. Ama onlar için bile Hegelci felsefenin kifayetsizliği, bilhassa devlete itaat, devamlı bir engel oldu. Bu yüzden, toplumsal sistem eleştirilerinde, “sol” Hegelciler, iş devletin temelini ele almaya gelince, sözlerini daima kısa kestiler(2007:287)”
Sonuç olarak, Kropotkin' in “Etik” adlı eserine genel bir bakışla, ampirik filozofların esas görevleri olan ahlak kavramlarında sabit bir ilerlemeyi kanıtlayamamalarında kusurun spekülatif filozoflarda olduğunu, ahlak duygusuna doğaüstü bir köken belirleme çabasının mitolojik ve metafizik kavramlara yol açtığını söylemekle birlikte, bilimin iflasını ilan etmek yerine modern araştırma yöntemi yeni bir etik sisteminin geliştirmesi için çabalaması gerektiiğini iddia etmekte olduğunu görebiliriz. İlk kez Aristoteles felsefesinde karşımıza çıkan, aklın kendine yeterliği doktrininden, bilgiyi inançtan koparmada önemli bir adım olarak gördüğü Descartes'ın evreni kesin matematik araştırmalara tabi olan fiziksel fenomenler yoluyla açıklama girişimi olan kartezyenizmine kadar pek çok düşünüre değinen Kropotkin, yaşam tarzı verili bir toplumun gelişiminin tarhine göre belirlense de, vicdanın daha derin bir kökeni olduğunu ve bu kökenin tüm toplumsal hayvanlarda ve insanda psikolojik olarak gelişen eşitlik bilinci olduğunu söyler(2007:414).
Bu noktada, Kropotkin' de açıkça ortaya çıkan Batı' ya özgü özcülük ve evrenselcilik, Aydınlanma' ya ve onun değerlerine sahip çıkma gibi özelliklerin, bütün anarşizme, ne teorik ne de pratik açıdan atfedilmemesi gerektiğinin bilincinde olduğumu söylemeliyim. Elbette ki diğer anarşist teorisyenlerde daha farklı yaklaşımlara rastlamak mümkündür.
11
3. MODERNİTE VE AYDINLANMA İZLERİYLE HESAPLAŞMA OLARAK POSTYAPISALCI ANARŞİZM
bir gece seninle sınırını aştık
devletin, aklın ve edebin
bir dağ ateşi başında bir gece
serserileri kırıp peygamber yaptık
Enis Akın
Jacques Ranciére, “Uyuşmazlık ve Felsefe” isimli kitabında, “Politik felsefe diye bir şey var mıdır?” sorusunu sorar. Ona göre felsefe, Aristoteles' ten alıntıladığı “Unutmamak zorunda olduğumuz soru şudur: ne tür şeyde eşitlik ya da eşitsizlik? Zira bu bir açmazdır ve bizi politik felsefeye muhtaç eden bir açmazdır(Aristoteles, Politika: 1282 b21).” cümlesindeki açmazı kucakladığında “politik” hale gelir ve politik felsefenin, ne kadar eleştirel olursa olsun düşünümüyle politikaya eşlik eden doğal bir felsefe dalı olduğunu söylemenin hiçbir dayanağı yoktur.
Todd May de, “Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi” ( Ayrıntı, 2000) isimli kitabının Giriş bölümünde, özellikle Kıta Avrupası geleneğindeki siyaset felsefesinin sürekli bunalıma düşen bir proje olduğunu söyler(2000:11). Çünkü siyaset felsefesi mevcut olanla olması gereken arasındaki değişken uzamda ikamet etmektedir ve yazar bu gerilimi postyapısalcı siyasal düşünce bağlamında anlamaya çalışmaktadır. Postyapısalcılığın makro siyasetlerden mikro siyasetlere kayan ilgilisini anarşist gelenek içerisinde incelemeye çalışmaktadır. Burada amacımız postyapısalcı anarşizmin siyaset felsefesini tartışmak olmadığından, bu konuyu ayrıntılarıyla ele almanın faydalı olduğunu düşünmüyorum. Todd May'in kitabına değinmemin sebebi, son yıllarda tartışılmaya başlanan anarşizm ve postyapısalcı düşünce arasındaki ilişkinin temelde neye dayandığı hakkında bir izlenim oluşturabilmek. Todd May, bu kitabında Eleştirel Kuram'ın Aydınlanma ve teori eleştirisinden yola çıkarak, marksizmin başarısızlığını tarihsel göndermeler yardımıyla tartışır ve anarşistlerle marxistler arasında yaşamsal farklara değinir.
12
Temsiliyetin ve erkin devredilmesinin reddinden, hiyerarşik örgütlenme biçimi yerine ağlar inşa etmeye kadar pek çok farktan bahseder. Foucault' nun erkin olumluluğu vurgusuna ve erk ve bilgi arasındaki ilişkiye değinen May, klasik anarşistlerin erkin baskılayıcı olduğu yönündeki görüşlerinin bir körlük olduğunu söyler(2000:86). Postyapısalcıların hümanizm, insan özü konusundaki eleştirilerden de nasibini almalıdır anarşizm.
Peki ama Foucault'nun Aydınlanma'nın değerlerini reddetmesi(Habermas'a göre) ve eylem ilkelerine yönelik bir açıklamadan her zaman kaçınmış olması ne anlama gelmektedir? Bu durum bize bir politik mücadele alanı bırakmakta mıdır? Postyapısalcıların başkalarının birilerini temsil etme uygulamalarından olabildiğince kaçmak taahüdünde olduklarından genel etik ilkeler geliştirmekten kaçındıklarını söylemektedir(2000: 154). Ancak yine de Aydınlanma mirasını tout court terk edemeyiz, çünkü tüm etik söylem Aydınlanma'nın bize miras bıraktığı değerlerle bağlantılıdır ve aynı şekilde Aydınlanma'yı sorgulamadan bir bütün olarak kabul etmek de bir söylem türünün rizomsal karakterini gözardı etmektir(2000:171).
Postyapısalcı anarşizmin öne çıkan temsilcilerinden biri olan Saul Newman, Stirner ve Focuault: Post-Kantçı Bir Özgürlüğe Doğru isimli makalesinde Stirner'in baskıcı ve özcü evrensel önvarsayımlar içeren Kantçı özgürlük düşüncesini son derece sorunlu gördüğünden çağdaş postyapısalcı düşüncenin habercisi olduğunu iddia eder. Kant' tan yola çıkarak özgürlük kavramının aydınlanma düşüncesine nasıl yerleştiğini inceleyen Newman, Kant' ta insan özgürlüğünün akılcı bir biçimde anlaşılan bir ahlak yasası olduğunu ve ampirik ilkelerin bu bakış açısına göre uygun bir temel olmadığını söyler. Kategorik imperatif kavramıyla da bağlantılı olarak, Kant' ta özgürlüğün akılcı bireyin irade özgürlüğü olduğunu ve bir eylemin yalnızca ahlakçı ve akılcı buyruklara uyduğu ölçüde özgür olduğunu vurgular. Newman, bu özürlük formülünün bir otoriterlik içerdiğini, hem Stirner'in hem de Foucault' nun mutlak akılcı ve ahlakçı kategorilerin bireysel farkı dışta
13
bırakarak tahakkümü onayladığını iddia ettiklerini hatırlatır. Stirner, “İnsan dini yalnızca Hıristiyan dininin aldığı en son biçimdir.” der ve insan özü kavramının yabancılaştırıcı olduğunu vurgular. Newman, hem Stirner hem de Foucault açısından klasik Kantçı düşünce, bireyi akılcı ve özgür olarak kurarken aynı zamanda da mutlak ahlakçı ve akılcı normlara tabi kılması açısından sorunsaldır.
Bu noktada Foucault' nun özgürlük ve iktidarın karşıt oldukları klasik iktidar şemasından farklı olarak, özgürlüğün iktidara bağımlı olduğu vurgusuyla Kant'ın özgürlük anlayışından uzaklaşmaya dikkat çeker. Foucault' ya göre iki Aydınlanma olduğundan bahseder Newman: akılcı kesinlik, mutlak kimlik ve yazgıya dair Aydınlanma ile sürekli sorgulama ve belirsizliğe dair Aydınlanma. Bu anlamda bireysel özerklik alanları açarak Aydınlanma' nın eleştirel yöntemlerini kendisine karşı kullanabiliriz.
Stirner ve Foucault' da karşımıza çıkan özgürlük, Kant tarafından dayatılmış olan mutlak kavramlardan özgürleştiği ve iktidarı kabul ettiği takdirde iktidarın sınırları üzerine de düşünerek bireyin iktidar dahilindeki özerklik imkanlarını da düşünmeye başlar.
Saul Newman, postyapısalcı anarşizm dendiğinde ilk akla gelen eserlerden biri olan “Bakunin' den Lacan' a: Anti-Otoriteryanizm ve İktidarın Altüst Oluşu” isimli kitabında, postyapısalcılıkla anarşizmin hangi noktalarda ortaklaşabileceğine değinirken şunları söyler:
“..Postyapısalcılık, katı ahlaki ve akılcı temellerden ziyade olumsallık ve karar verilemezlike dayalı bir radikal siyaset biçimi önerse de bu önerinin bir etik içerikle doldurulması gereklidir. İşte bu noktada anarşizm -eşitlik ve özgürlüğün birbirini sınırlamayan özgürleşimci ideallerine sadakatinin yanı sıra tahakkümü tüm biçimleriyle sorgulamaya ve tüm biçimleriyle tahakküme direnmeye yönelik etik taahüdüyle- bugünün siyasal mücadeleleriyle ilintili olmaya devam edebilir(2006:15).”

Foucault ve anarşizm arasındaki bir başka benzerlik de Marxizm konusundadır. Anarşistlerin söylediği gibi Foucault da iktidarın el değiştirmesinin iktidarın yerini yeniden onaylamak olduğunu söyler, Newman' a göre(2006:130).Ancak konu devrim olduğunda, Foucault açısından Marxistler ve Anarşistler arasında bir fark yoktur çünkü her iki akım da
14
iktidardan bağımsız bir “yer” den bahseder.

Newman, 'Anarşizm, devlet tahakkümünde aklın suç ortaklığına çok az dikkat gösterdiği gibi arzu ile devlet iktidarı arasındaki bağlantının farkına varmakta da başarısız oldu.(2006:164) der ve bu konuda Deleuze ve Guattari' nin bireylerin tıpkı özgürlüğe arzu duyabildikleri gibi, kendi tahakküm altına alınışlarına da arzu duyabildikleri fikrinden yola çıkarak, kendimizi devlet arzusundan, tahakküm altına alınmaya duyduğumuz arzudan kurtarmalıyız önerisini sunar(2006:165).

Konunun bağlamından sapmaması ve yer darlığı sebebiyle burada değinemeyeceğimiz bölümleri tartışma hakkı saklı kalmak koşuluyla kitabın önerisine bakacak olursak, postyapısalcılıkla anarşizm arasındaki etik aralığı kapatmaya yarayacak olan şeyin, Tekillik kavramı olduğunu söylediğini görebiliriz(2006: 261). Çünkü bu iki anti-otoriter söylem de bireyselliğin ve bireysel farkın önemine vurgu yapmaktadır ve tekillik kavramı özgürlük ve eşitliği birleştirmenin en uygun yoludur. Sonuç olarak, anti-otoriter düşünce, modernitenin kimliklere dayalı ikili karşıtlıklarına yenilmeden ve sahip çıkmadan, özcü olmayan bir farklılığı geliştirmelidir(2006: 266).

Bu bölümde, postyapısalcı düşüncenin daha önceki bölümde Kropotkin örneği üzerinden göstermeye çalıştığım klasik anarşizmle karşılaştığında ne gibi tartışmaların ortaya çıktığını anlatmaya çalıştım. Çalışmanın başında Anarşist Banker' in sorduğu soruları tekrar hatırlayacak olursak, anarşizmin iyimser bir insan doğası fikrinden yola çıktığını, bir erk yoğunlaşması olarak devleti reddetiklerini, farklı anarşist düşünürler farklı şeyler düşünse de toplumsal dönüşümün bir devrim aracılığıyla olacağına inandıklarını söyleyebiliriz. Postyapısalcı düşüncenin Aydınlanmadan miras kalan düşünme biçimleriyle kurduğu eleştirel ilişkinin- tabii ki burada Eleştirel Kuram' ın da önemli bir katkısı var- , anarşizme ne gibi katkılar sunabileceğini ve anarşizmin postyapısalcı eleştiriye nasıl bir mücadele alanı yaratabileceği konusunun da artışmaya değer olduğunu düşünüyorum.






15
4.SONUÇ
Dünyada yaşanmakta olan son gelişmelere ve bunlar karşı gösterilen çeşitli direniş biçimlerine, bunlar üzerine dönen tartışmalara baktığımızda; son kozunu oynamaktaymış gibi görünen otoriter devletlerin baskı mekanizmalarını çeşitlendirmesinden, bu mekanizmalara karşı gösterilen farklı direniş biçimlerine kadar geniş bir alanla karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz.
Hiç uzağa gitmeye gerek duymadan, yaşadığımız topraklara şöyle bir baktığımızda, son on yılda AKP üzerinden dönen tartışmalar bile bize bu konuda fikir verebilir. Rakibi CHP tarafından mütemadiyen akıldışı, İslamcı, premodern olmakla nitelenen AKP, konu askeri vesayet ve ulus devlet eleştirisi olduğunda aslında akılcı, laik, modern olarak tanımlanan CHP' den çok daha ilerde bir yerde durmaktadır. Bu eksende dönmekte olan tartışmalara gösterilen tepkiler de, başka bir direniş biçimine ihtiyacımız olduğunun açık göstergesidir. Radikal siyaset olarak tanımlanabilecek marxist solun hala rasyonalitenin sınırladığı kimliklerin içinden konuşuyor olması, AKP' ye karşı çıkarken antikapitalist ya da özgürlükçü bir söylem üzerinden değil de laiklik, gericilik söylemi üzerinden gidiyor olması, artık bu tür bir direniş biçimin sistemi eleştirecek dayanak noktasının kalmadığını göstermektedir.
Bu noktada marxizmin sınıfsal bakışı nedeniyle, kapitalizmin dışında kalan siyasal meseleleri eleştirememesinin, bu tip mücadeleleri anlayabilmesinin de zor olduğunu görmek gerekir. Özellikle kimlik siyasetiyle olan ilişkilerinden en özgürlükçü marxistlerin bile sürekli bir içerme kaygısında oldukları açıktır.
Son dönemde devam eden porno tartışmalarında, nasıl olup da hem kemalistlerin, hem marxistlerin, hem feministlerin, hem de dini muhafazakarların ortak bir söylemden konuşabildiklerini anlayabilmek için de, Aydınlanma hümanizminden miras kalan akılcı ve ahlakçı söylemi hatırlamak ve bütün yukarda saydığımız çevrelerin bu noktada postyapısalcı eleştiriyi görmezden geldiklerini görmek gerekir. Dikkat çeken başka bir nokta da, anarşizmin temsiliyet karşıtı yapısının, kimlik siyasetleri bağlamında da gündeme
16
getirilebileceğidir. Buna anarşizmin özcülük karşıtı eleştirisi de eklendiğinde, gerek etnik gerek cinsel kimlikler açısından, farklı tür bir direnişin tartışılması mümkün olabilir.
Bütün bunlar göz önünde bulundurularak sosyal bilimler açısından bakıldığında postyapısalcı anarşist perspektif bir yandan stabil, uzlaşılmış, doğal kimlikleri eleştirmeye olanak verirken diğer yandan varolan direniş biçimlerini anlamaya, daha iyi analiz etmeye yardımcı olabilir. Göçebelik, tekillik gibi kavramlar üzerine düşünmeye başladığımızda, postyapısalcılığa addedilen direnişe yer bırakmadığı yolundaki iddiayı da tekrar düşünebilir, ve son dönem öne çıkan Queer teori gibi konularda hem daha yaratıcı analizler yapabilir hem de daha katılımcı direniş biçimleri inşa edebiliriz.
Çalışmamı Todd May'in, bir röportajında postyapısalcı kuramın akademiye sıkışıp kalmış soğuk ve karmaşık bir dil örneği olup olmadığıyla ilgili soruya verdiği yanıtla bitirmek isterim:
Postyapısalcı söylemin çoğu, günümüzde akademiye hakim olan maliyet-kar tüketici modelinde içindeki güncel akademik düşünce sisteminin kopya edildiği diğer akademik söylemler gibidir. Değişim sadece fikirlerin kendilerinden değil, özellikle onları dile getiren akademisyenler arasında ortaya çıkıyor. Bana göre gerçek soru şudur: insanlar bu fikirleri sonuna kadar yaşıyorlar mı yoksa sadece onları fikirler olarak mı ellerinde tutuyorlar?










KAYNAKLAR:


Eltzbacher, P., “The Great Anarchists”, (Dover : 2004)
Joll, J., “The Anarchists”, (Fletcher &Son Ltd: 1964)
Kropotkin, P.A. , Çağdaş Bilim ve Anarşi, ( Öteki: 2007)
Kropotkin, P.A., Karşılıklı Yardımlaşma, (Kaos: 2001)
Kropotkin, P.A., Etik, (Öteki: 2007)
Newman, S., “Bakunin'den Lacan'a: Anti-Otoriteryanizm ve İktidarın Altüst Oluşu”, (Ayrıntı: 2006)
Newman, S. “Postanarchism and Power”, ( Journal of Power: Vol. 3, No.2, 2010, 259-274)
May, T. , “Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi”, (Ayrıntı: 2000)
Pessoa, F., Anarşist Banker, (Can: 2006)
Ranciére, J., Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, (Ara-lık: 2005)



gecenin bu saati

gecenin bu saati, bilgisayarım, radyo eksen, kahve bi kenarda, önümde bi kitap( bakuninden lacana), önümde foucault posteri, insan dediğimiz şey yakın tarihin bir icadıdır ve muhtemelen sonu yakındır, diyor. foucault bana gülerek..yatağıma dönüp bakıyorum, yığılmış kitaplar(bi takım anarşik kitaplar yine), uyku maskesi..
o günler aklıma geliyor, eski günler, sanki çok yaşlıymışım gibi, bazen o bazen ben sabahlara kadar çalışmak zorunda kalırdık, ama o sürede bile ayrı kalamadığımızdan, yatağın yanındaki çalışma masasında oturur, biraz çalışır, biraz da birbirimize bakardık, o çalışıyor ben uyuyorsam, arada bi gelir, bi öpücükle uyandırır beni, ya ben seni çok seviyorum yaa der, dönerdi çalışma masasına, o mühendis ben edebiyatçı olduğumdan, o genelde bilgisayar karıştırır bense ya yazar ya okurdum..ben okurken o uyuyorsa, birden şimarık şimarık yanına sokulur, hadi sev beni derdim...
şimdi, foucault posterine bakıp boş yatağın üzerine kitap yerleştirmekten başka bi bok yapmıyorum.
yaşlılık mı bu daha 30a bile gelmeden, yoksa yalnızlık mı, ama ayrılık koyuyor. onu özlemiyorum, ama yatağa dolu bakmayı özlüyorum çok....
neyse.
yazmam gereken şeyler bitmedi hala. ve sanki felç ediyor beni.

23 Ocak 2011 Pazar

kropotkin/enis akın/siyahi

kropotkin hakkında yazmam gerekenler vardı, aslında 4-5 sayfa yazacaktım, ama uzun sürdü, toparlamak,ki derin adamdır kendisi...
siyahiye bi göz atayım dedim, kropotkinli bi sayıyı,dokuzuncu sayıyı aldım elime, sayfaları çevirirken, o enfes enis akın şiirini gördüm yine...her işte bi hayır var derler ya, kropotkin de beni bu şiire götürecekmiş meğer tekrar:

bir gece seninle sınırı aştık/enis akın

bir gece seninle sınırını aştık
devletin, aklın ve edebin
bir dağ ateşi başında bir gece
serserileri kırıp peygamber yaptık

elimde hançer, seninse şiirlerinden
başka birşey yoktu nefesinde.
yarın huzura çıkacaksın, sana sövecekler
aradan biri soracak: hiç mi ihanet kalmadı karnında?

yarın ağzında yedi yaşlı adamın
yedi bin yıldan kalma kandil,
yarın çağlayanları andıran sesler
konuşulacak sana.

göğsündaral,
madan hançerentutul,
madan yereboşbirçuvalgibiyığıl,
madan öncedur

bir gece sınırı aş -benimle- tın
rastgele bir kutsal kitaptan rasgele bir sayfa
açtın. insan sorarsa diye kendine:
incil meleklerin öğle yemeği midir?

kara kâğıtları al
ve mutlaka bir yerlerde sakladığın
ıslak bir kibrit de olmalı
bunun bir yerinde.

ateşe yüzünü dön,
dün şeytanlara ver kulak,
din ölümün buhurdanını yeryüzüne atmasını bekle,
din işte bunlar şairliğini ve ahmaklığını ispatlar.

bir bu gece mi seninle sanki sınırı aştım.
ölürken adamdan sayıldım
yarın bana sövecekler, kürdili hicazkar bir dille
sonra sahne aldıktan sonra sen ve ben

ölümü andıran ve arkandan aşkı adına ölmüş
olanlardan başka kimse kilmayacak baka ve şimşekler
başlamayacak ve zelzele ve 7 melek ve yeddi eminler ve ellerinde
7 borazan, bunların hiçbiri yok, hiç ve biri, yok, olmayacak.

çünkü ne şairsin ne de hançerler çektin 35 kişiye birden
yalan ne ayaklarıı şarapla yıkadığın.
sana azgın uydular,

ne şairsin her vadide şaşkın dolaşan,
ne de seni sevenlerin kötülüğü seni kötü kıldı,
insanlara yalan devrimler vaadettin
uzun yoldan geldin ya da bir an öyle sandın,

ve bir gece benimle sınırı aştın
arabistanın, coca-colanın ve aşkın.
artık tek arzun ulusunun seni iyi bilmesi
ve apaçık kürtçe bir dille.

orda, bir kölenin, bir öfkenin ve bir saz semaiinin kesiştiği yerde.
sen bir kelimesin, orda toy oğlanların bacaklarını tıraşladığı
her şeyin bir ses tonuna evrildiği
yırtılan bayrakların yaraları sarmaya yeltendiği, hayır, orada.

dünya atlasının boşluklarına yazılan şiirlerden başka,
taşla her şeyin birleştiği, o yerde, o, sende, o, saçlarında, o uzaklıkta,
ve o, yakası, rüzgârda, o, beyaz gömleğin,
de, ve, o, göğsünden, uçan, o, aksak, kelimeler, var ya.

hani kırdığımız peygamberler var, ya işte sen hecelerdesin.
ve kerbela dedikleri senin konuştukça azalan harflerin.
işte sen ne zaman bir şehri akarsularından mularından sevsen
ya da şişhane yokuşunun başında kendini suçlasan, yapma kol saatlerimiz durabilir

tabancasını çekmiş trafik polisleri, işte sen ne zaman kendini bir susuzluğa
filan kaptırsan, sıradağlardan bir ülke filan kalksan yapmaya.
arkandan yaşlı krallar ağlayabilir, eski açlıklar akla gelebilir,
alt kattan birileri bağırabilir: atlasana lan atla atla atları at.

yapmaktan yapılmıştı seninki de bir hayat.
yarın huzura çıkacaksın, söylemiştim, sana sövecekler.
ses tellerinden bir milleti millet yapan sözler almaya
ağlayacağız ve küfredilecek sana, böyle eğitilir şair.

yarın ölüm getirilecek sana,
bizi biz yapan sözleri almaya ağzından
gümüş bir tepside. hayatın belki biraz eğri duracak, ama sakın inanma,
ölmeye, yarın da mutlaka bir gün dün olacak

ama bu gece seninle sınırı mınırı aşmadık, bırak yalanı
öyle gözlerimiz ateşe zincirli.
önünde sahra çölleri senin,
benimse sırtımda yıllardan beri peşimi bırakmayan bir ürperti.

artık uyu, yarın sabah atlar uyanmadan
şişhanede bir apartman karanlığına bir borazan düşmeyecek
bütün sakinlikler yok olmayacak tangırtılarla, inan
kimse sıçrayarak, uyan, mayacak, gömleğinden başka senin

çünkü ne şairsin ne de hançerler çektin 35 kişiye birden
yalan ne ayaklarını şarapla yıkadığın.
sana azgınlar uydular,
ve kendi kanınla.

neden neden?

bugün tekrar yürüyüşe çıktım, yağmur vardı, umursamadım, 2 saat kadar yürüdüm. yine umutla içimdeki sıkıntının yolun sonunda kendiliğinden gideceğini sandım. yine neden dedim, ama başka neden, neden beni sevip saran birileri yok dedim, çirkin ördek yavrusu gibi, hepimizin yaşadığı kendini sevgisiz hissetme hali işte. ama bu farklı. ömür boyu bi başına yalnızlıktan ölünür mü demiştim, bi on yıl kadar önce. gittikçe inancım artıyor bu olasılığa, inancı bırak, iliklerimde hissediyorum yalnızlığı...
neden dedim yine. neden hiç sevenim yok!

21 Ocak 2011 Cuma

neden?

vavien vardı televizyonda biraz önce...içimdeki sıkıntıyı atmak için yürümek iyi gelir belki diye biraz sokaklarda deli dana vaziyetinde dolaştıktan sonra geldim, vavieni gördüm ve sordum:
bu film neden güzel?? neden seviyoruz bunu. içimizdeki rezillikleri mi seviyoruz yoksa sinsiden?
neden?vavien?

19 Ocak 2011 Çarşamba

unutunutunutunut

unut
unut
unut

dön başa

unut
unut
unut

dön başa

ondokuzocakta
bi son
bi baş
ara
üç kurşun
bi baş
ara

16 Ocak 2011 Pazar

kottbusser tor

bugün sabah kahvaltıdan sonra tipik pazar keyfi yapasım geldi, elime orta sınıf ailemin müptelası olduğu milliyet gazetesini aldım, koltuğa uzandım ve müzik kanallarını dolaşayım dedim, açtığım ilk müzik kanalında, berlinde senle görüştükten sonra bisikletle tempelhofer ufer e doğru giderken dinlediğim pop şarkısı çıktı, elimdeki renkli gazteyi attım, ki cidden burda gazeteler hep bild gibidir yani renkli çizgiromanlara benzer o renkleriyle, gerizekalı yerine koyarlar okuyanları,her neyse..
kottbusser tordan tempelhofer ufer e giderken bu şarkıyı açar ve trafik ışıklarına asla bakmazdım, rus ruletinden bile tehlikeli belki de, ama işte , insan tehlikeli bi iş yaparken hiç tehlikeli bi iş yaptığının farkında değildir, farkında olsa yapmaz zaten, cadde üstünde giderken hiç bakmazdım ara sokaklardan bişi gelio mu diye, hala hayatta olmamı berlinli sürücülerin dikkatine borçluyum belki de.
boynunun kemiklerini, ellerini özlemişim, almancandaki fransız aksanını, mağrur halini, ilk sevdiğim kadın oluşunu özlemişim...
belki de artık başka bi kadın için heyecanlanıyor oluşumdan, senin için heyecanlanmayı özlemişim...

o günlerden beri bu şarkı bana seni hatırlatır, sözlerinin gerçekle ironisine rağmen,
inşallah unutursun sen de, kendimi avuturum uyuturum ben de, zamanla unuturum ben de....

13 Ocak 2011 Perşembe

masumiyet köpeği

bugün bi olay oldu, ve hala çözemiyorum:
yaklaşık 10 tane ergen erkek çocuğunun ellerinde küçük şirin bir köpekle kendilerinden bi 10 yaş kadar küçük yani 5-6 yaşlarında bi kaç çocuğun yanından söylenerek, bağırıp çağırarak uzaklaştığını gördüm. ve saniyelik bir akıl yürütmeyle nereye saldıracağını bilemeyen ergen erkeklerin çocukların köpeğini çaldığını, ya da ne bileyim bi şekilde ellerinden bi köpeği aldığını düşündüm. öfkeyle sordum: heyy ne yapıyorsunuz bakim o köpeğe??
daha küçük olan çocuklar, sessiz ve donuk bakıyorlardı, elinde köpeği tutan ergen ağlamaklı, yahu abla köpeğimin balkondan atıp duruyolardı, kafasına taşla vuruyolardı diye haykırmaya başladı.
ve yanımdan hızla alıp veterinere doğru götürdüler.
çocuklar masum olur?!
ergenler acımasız olur?!
ya da
merhaba haneke! tekrar tanıştığıma memnun oldum.

8 Ocak 2011 Cumartesi

huzur kokusu mu? balık kokusu mu?

her şey hakkında kocaman teoriler üretip, kendi duygularımızı o kocaman teoriler altında ezip durabiliriz. ben de yapabilirim bunu, yapmaya da çalıştım, saat gece 12ye doğru gelirken o ıssız yolda yürürken... eve geldiğimde, kızıltepe de kadın olmak zor isimli bi haber okuyana dek, bunları yazmak gelmedi içimden.. ya istanbulun göbeğinde kadın olmak, peki ya erkek olmak?
istanbulun göbeğinde bi otobüs durağında, şık giyimli, kalite kravatlı orta yaşı geçkin amcanın, sarhoşluktan taciz etmeyi bile beceremeyen tacizleri sonucunda haykırarak ne istiyosun ulan dememi duyan erkekli kadınlı grubun, arkasını dönerek sanki hiç yokmuşuz gibi, sanki ben sinirden titremiyormuşum, sanki o adam etrafımda dönüp durmuyormuş gibi yapmasından ne gibi bi sonuç çıkarmalıyım? ağızlarını açınca doğudaki kadınların ne kadar tacize uğradığından, ne kadar dayak yediğinden ne kadar çocuk doğurduğundan ne kadar türkçe bilmediğinden dem vuranların, şehrin göbeğinde bir kadının haykırışlarına bu kadar sırt çevirmelerini nası yorumlamalıyım? biz şehirdeki eğitimli hiç çocuk doğurmamış mükemmel(!) türkkçe konuşan kadınların durumu ne olacak? hayatımda ilk defa taciz edilmedim, ya da dünyada tacize uğrayan ne ilk ne de son kadınım, ama ya o insanların sırtını dönüşleri?
tramvayla o otobüs durağına gelirken hannah arendt'in diktatörlük dönemlerinde kişisel sorumluluk makalesini okumuş olmam mı acaba etkiledi beni bu kadar diye düşündüm? insanların gözlerinin önünde gerçekleşen bi vahşete bu kadar çabuk arkalarını dönebilmeleri, o tacizin bi parçası haline gelmeleri, sanki benim artık o toplumda varolmamam gereken bişeymişim gibi hissettirmeleri...
neyseki, tramvayda gelirken eminönünde balık kokan çekik gözlü bi erkek çocuğu binmişti tramvaya, babası olduğunu tahmin ettiğim adam elindeki ağır kutuları tramvaya doğru taşımaya çalışırken o önden koşarak kapının arasına sıkıştırdı kendini ki, kapı açılsın, kapı açılınca sanki dünyanın en mutlu çocuğu oluverdi, babasına minik gözlerinin elverdiğince huzurla baktı, sonra benim çekik gözlerimle karşılaştı gözler, onunki kadar olmasa da minicik olan gözlerimle selamlaştı, önümde ayakta dururlarken, heyecanla babasına turnikeden onun arkasından hızla geçmeyi becerdiğini böylelikle tek bilet parasıyla iki kişi geçtiklerini anlattı, babası da gülerek baktı ona, ben arendt okurken arada bi kafamı kaldırıp çocuğun huzurundan çalmaya çalıştım, karşımdaki koltuğa oturup, ellerini cebine sokup, yere değmeyen ayaklarını yere değdirmeye çalışırken, burnuma balık kokusu geldi. huzurun kokusu mu balığın kokusu mu, ya da o adam mı otobüsteki bu çocuk mu tramvaydaki?? ya da o suça ortak olanlar mı, öylece arkasını dönenler mi?
bilemedim.