30 Aralık 2009 Çarşamba

olmaz

yok dedim
olmaz
insan
sevecek bu kadar güzel insan varken
yok
olmaz.
çiçekler açmaya başladı artık
ektiğim soğandan.

28 Aralık 2009 Pazartesi

kalte Sonne


Bazen şehirle ilgili tek sorunum, gürültü gibi geliyor, hani şu kocaman otobanları ezip geçen arabaların çıkardığı ses, bazen durup, acaba bu ses motorların iniltisi mi yoksa tekerleklerin asfalta sürtünüşleri mi diye düşünürüm, asfalta sürtünüşlerinin ses çıkarmasına sebep olan fiziki nedenleri düşünürüm, gri.

Berlinde kaldığım evin banyosu ve mutfağı bi kaç binanın baktığı geniş bi avluya bakardı. Berlinin geç yazıydı o eylül, ve avluya girerdi kocaman güneş. Ve ses: İlk zamanlar ağaç hışırtısı zannedip heyecanla avluya bakan pencereden bakmıştım, ulu dallı ağaçlarla karşılaşmayı umarak, ama işte, berlinde, umduğumuzu değil, bulduğumuzu yedik hep, misafiriz ya.
Meğer o ses, binanın caddeye bakan tarafından geçen tramvayın demirlere sürterek çıkardığı sesin avludaki duvarlara çarpmasıyla oluşan sesmiş. Ah Berlin, sen bu demir yığınlarından çıkan kaç burnu büyük, pos bıyıklı sesi koynunda oyalayıp yumuşatmadın ki derdim kendi kendime.
İşte böyle, her sabah uyandığımda, kahve yaparken kendime, ve alman ev arkadaşlarımın sabahları zeytin ve sarı biber yememe şaşırmasına gülerek, o hışırtıların ağaç hışırtısı olduğuna inandırmaya çalışırdım kendimi. Bazense, sanki bardaktan boşalırcasına yağan yağmur gibi gelirdi.
Bu yüzden, hep pencereye arkamı dönüp otururdum ki, avluda hiç ağaç olmadığını, hiç yağmur yağmadığını görmeyeyim.

Bi sabah, ki o sabah diğer gecelerin sabahına benzemiyordu. O gece, seninle geçirdiğim bi gecenin sabahıydı, ve ben eve saat 5 te gelmiştim, ve evdeki herkes farkındaydı ağlayarak uyuya kaldığımın. İşe gitmek zorundaydım, her zamanki gibi, tabağıma salatalık biber zeytin ve yunan peyniri koyup, kahveyle yutmaya çalıştım, pencereye arkam dönük.
Heyecanla sana demiştim ki, o güzelim şiirdeki gibi, “bi akşam konuğum ol”, sana rakı açayım, sana mezeler yapayım, geldiğim şehre benzeyen. Uzun uzun konuşalım demiştim, istersen odamın pencersinden nehri ve demiryolunu, istersen mutfaktan demiryollarının avludaki yansımasını dinleyelim. Gülmüştün, red edilemeyecek bi teklif demiştin.
Galiba, işte kahvaltıda, biberlerin ısırıldıklarında çıkardıkları sesleri dinlerken, ev arkadaşımın benimle konuşma çabalarına cevap veremeyişimin sebebi, bu hayaldi.

Sonra arkadaşım, arkamdaki kocaman pencereye doğru işaret parmağını uzattı, “aaah güneş, güneşe bak, ne kadar güzel bi gün”....

elimdeki çatalı bırakıp, gövdemi hareket ettirmeden boynumu çevirip güneşe bakmıştım, bi an, güneşten hep nefret ederim ama, o güneşe orda senle bakamayışıma lanet okudum heralde. Kafamı tekrar masaya çevirdiğimde, kalmamıştı gücüm. İyiymiş gibi yaptım bi kaç saniye, ama yok olmuyordu işte, olmuyordu, tahta sandalyeden kayarken masaya tutunmaya çalıştım, ve arkadaşımın adını sayıkladım an.. anddd....andreaaa... ich kann nicht mehr.....andreanın bi çığlık beni yakalamaya çalıştığını hatırlıyorum, ve bi yatakta uzandığımı.

Sonra görmedim seni hiç.

27 Aralık 2009 Pazar

yağmurlar

Yürüyüş yaptım dün.
Uzun uzun.
Hızlı hızlı yürürken ve esrik alevi deyişleri dinlerken adımlarımı öfkeyle atarken, bi yaşlı kadın, yoluma çıktı, yeşil gözlü, beli bükülmüş.
Ağzının kımıldadığını görünce, kulaklığımın birini çıkarıp, efendim teyzecim dedim, gençlik dedi, ne güzel, adımlarını hoplayarak atıyorsun, bak ben arka caddeden buraya yarım saatte geldim.
Biraz lafladıktan sonra, yürümeye devam ettim, arkadaşımın evine yaklaşınca çay yanına eşlik edecek bişeyler almak için bi markete girdim. Bisküvi çikolata filan ve gazete aldım. Kasa sırasında beklemekte olan yaşlı amca, o sırada kasiyerle pazarlık ediyordu, 20 liram var diyordu, fazla çıkarsa vermem, tam tamına 20 lira 50 kuruş tutunca kasiyer ses etmedi, aldı tamamı bozuk para olan 20 lirayı.
Sonra yaşlı amca beni farketti, bilmem yorgun mu gözüktüm gözüne yoksa üzgün mü, elindeki siyah poşeti, açıverdi birden, al dedi, çekinerek başımı uzattım poşetin içine, renk renk küçük şekerler vardı, yok amca sağol dedim, şeker hastasıyım ben, aç karnına yiyemem şeker, ben de şeker hastasıyım boşver dedi. Bi avuç şekeri koydu avucumun içine, ama dedim içimden ne yaparım ben bu kadar şekeri, yiyemem ki, atamam ki, kimseye de veremem.
Parayı ödeyip dışarı çıktım, yağmur başlamıştı. Yüzümü yağmura çevirdim.İçimden:

beni sevmezsen, yağmurları sev, yağmurlar yağsın yüzüme dedim...

26 Aralık 2009 Cumartesi

"İçmişem Bir Dolu Olmuşum Ayık"/ Şah Hatayi

"İçmişem Bir Dolu Olmuşum Ayık"

İçmişem bir dolu olmuşum ayık
Düşmüşüm dağlara olmuşum geyik
Sana derim sana sürmeli geyik
Kaçma benden kaçma avcı değilim

Avcı değilim ki düşem izine
Kaça kaça kanlar indi dizine
Sürmeler mi çektin kömür gözüne
Kaçma benden kaçma avcı değilim

Sana derim sana geyik erenler
Bize sevda sana dalga verenler
Dilerim Mevla'dan onmaz vuranlar
Kaçma benden kaçma avcı değilim

Eyder Şah Hatayi'm uçan kaçandan
Zerrece korkmazız bu tatlı candan
Gidip da'vac' olma atana benden
Kaçma benden kaçma avcı değilim

Bir Gerçeğe Bel Bağladım/ Aşık Daimi

Bir gerçeğe bel bağladım erenler
Aldı benliğimi bitirdi beni
Damla idim bir ırmağa karıştım
Denizden denize götürdü beni

Nice kabdan kaba boşaldım doldum
Karıştım denize deniz ben oldum
Damlanın içinde evreni buldum
Yine benden bana getirdi beni

Buhar oldum yağdım yağmurlarınan
Toprağa karıştım çamurlarınan
Piştim fırınlarda hamurlarınan
Üstadım sofraya yatırdı beni

Çiğnediler dişlerinen ezildim
Vücut eleğinden geçtim süzüldüm
Çaldı kalem bir deftere yazıldım
İrfan mektebine yetirdi beni

Daimi'yim ermişlerin ereği
Cümle varlık tabiatın gereği
Bir ölmez ananın oldum bebeği
Aldı dizlerine oturdu beni

25 Aralık 2009 Cuma

l'accent français en allemand

yazamıyorum.
o anı.
seni aksanından tanıdığım anı.
sesini tanıdığım anı.
sırf
ama ben fransız aksanıyla konuşmam ki
dediğinden.
ya da
yazarsam
artık, bavulu toplayıp gitme vakti geleceğinden.


24 Aralık 2009 Perşembe

gözağrısı

Dün gece uyuyamadım hiç,
Bütün gece, gündüz düşününce ipe sapa gelmeyecek ama aslında böyle bi ülkede yaşayınca da, gerçek olması hiç de şaşırtmayacak şeyler düşündüm.
Sinir yıpranması diyorlar delirmeye kibarca. Sek sek oynamak diyorum ben. Hani sek sek oynarken sekerek bi kutudan öbürüne geçersin ya, bazen sanki kutular birbirine giriyor, sek sek.1,2,3,4,5....sırayı kendine göre yapmaya başlıyorsun.
Yok yalan değil, eski psikiyatristim bi tv kanalında klasik türk müziği programı yapıyor.
Başbakan yardımcısına suikast planlayan askerlerden biri elindeki adres kağıdını yemeye çalışıyor.
Ellerinde kurusıkı tabancalarla insanlar birbirne ateş ediyor. Para için. Ya da para zaten işin bahanesi.
Polis çantamdaki pişmaniyeden şüpheleniyor.
Ben iskoçya da yüksek lisans hayalleri kuruyorum. Sırf oralarda insan az diye.
Boynumdaki kistlerin tekrar büyümesinden anlıyorum stresssssssss, stresssssss diye inim inim inlediğini vücudumun.
Yok , yer yok. Gidecek bi yer kalmamış bize gidecek.
Tırnaklarıma uzun uzun baktım bu sabah, kesmenin vakti gelmiş mi bi türlü karar veremedim. Sanki vücudumun bi parçasını kesmek, insani değil pek. Hem de makasla.
Kusmak, tırnak kesmek, ağlamak.
Ayrılmak gibi mi.
Gidememek ya.
Kusamam, tırnağımı kesemem.
Ağlamaya başladım ama. Artık ağlamaya başladım. Ağlayacak kimse yok. Ama işte kitap okurken gelen ağlamalar var. Tırnaklarımı kesmeli ve kusmalıyım biraz da. Yeniden tırnak uzatmak ve yemek için. Tekrar kesmek üzere. Tekrar kusmak üzere.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Riya ve keder



Newsweek'de bi makale okudum. Amerika'daki sağlık hizmetleriyle ilgili, yazar cumhuriyetçileri riyakar olmakla suçluyordu, yani kendi yaptıklarını başkaları yaptığında kötüledikleri için.( neden böyle bi makale okudum ya da bana ne amerikadaki sağlık hizmetlerinden: çok entel olduğumdan ve her şeyi bilme isteğimden değil, ingilizce dersi için bi makale çevirmem gerekiyordu. Ondan).

Bir de aklımda bizim o işte hep bahsettiğim kantin vardı, tahta piknik masaların kaba saba yerleştiği, üniformalı kantin görevlilerinin demokratik bi şekilde mayonez mi ketçap mı seçeneklerini sunduğu (kanla mı gelecek kansız mı gelecek), kahve makinelerinin yanına her hafta yenisinin daha çok bozulmak üzere eklendiği kantin. Üniversiteye gitmemiş biri olarak, üniversite kantinleri hakkında ne düşünürsün bilmem.
Sıraya girmiştim bi gün, sağ tarafımda buzdolaplarının içine tıkıştırılmış su şişeleri sol tarafımdaysa oynaşan sevgililer vardı. Ben de üçüncü seçenek olan önüme bakmayı tercih ettim, ki etmesem daha iyi olurdu. Önümde iki kız hararetli bişeyler tartışıyordu ki bilirsin politik bi tipimdir,( bu cümleyi sana kurmuştum bi kere, ben demiştim, politik fikrini bilmediğim kimseye aşık olmam, ben politik bi tipimdir, sen de ja ja sicher filan demiştin galiba. Güzel gözlerini kısarak. ) iki kız filistinden bahsediyordu, diyordu ki biri, insanlar gördüm haberlerde, filistindeki yıkıntıların önünde fotoğraf çektiriyorlardı, bu nasıl insanlık diyorlardı, bu nasıl dünya.. uzun uzun kötülediler, israili, amerikayı, medyayı...bi sessizlikten sonra biri, bütün bunları görünce Hitler' e hak veriyorum dedi, bak bu cümleyi yazması kolaymış, oysa düşünürken birisi beynimi vidalıyor gibi geliyordu. Hitler dedi, keşke hepsini kurutsaymış da, başımıza bela olmasalarmış dedi..
ben, böyle durumlarda, hiç öyle tahmin ettiğin gibi, bayramlık ağzımı açmam. Çökerim, yıkıntıların altında, kalırım.
İşte
hipokrasi, iki yüzlülük, riyakarlık.
Kantin.
Sen.
İsrail
Filistin
Hitler

Gilles:
Kederli ruhların desteklemek ve propagandasını yapmak için bir despota ihtiyaçları olduğu gibi, despotun da amacına ulaşmak için ruhların kederlenmesine ihtiyacı vardır.”
Deleuze

Kederli ruhumun despotu desem sana, hafife mi almış olurum ki

18 Aralık 2009 Cuma

kürtçe nasıl bi dildir?

kürtçe dedin, nasıl bi dildir, dedin. Hiç duymadım, duymak isterdim dedin. O zaman, çocukken olur ya hani, yerli malı haftası geldi aklıma. ya da sen bilmezsin, parisde yerli malı haftası yoktur belki de, yerli malı dediğin nedir ki pariste, bi şişe şarap, bi dilim küflü peynir. biz ona belirli gün ve haftalar deriz, belirlemeden rahat edemiyor muyuz ne, ya da öyle günler ve haftalar yılların arasında kaybolmasın diye içlendiğimizden mi, bilinmez. İşte vardır öyle belirli gün ve haftalarımız ve yerli malı haftalarımız. O günlerde herkes evinden bişey getirir, masalar birleştirilir, herkes evinden getirdiklerini kor masanın üstüne, herkes masanın üstüne koyduklarını çekinerek bi ürkerek koyar ki içinden acaba beğenirler mi benim getirdiklerimi diye sorar. İşte öyle bi gündü, annem pek sevmezdi öyle belirli gün ve haftaları, ve fena depresyondaydı ben çocukken, uyandığımda, annemi paltosunu giymiş, gitmek isterken gördüğüm olurdu çok. Bende de ondan kalmış belki de sürekli gitme hissi. İşte öyle bi gün, ben de hatırlatmamıştım ona bi gece önceden, yerli malı haftamızı, ki bu haftada illa ki, yerli olacak getirdiğin. Sabah uyandığımda, ki bi öğle saatiydi, aklıma gelmişti, yerli malı haftası olduğu, anneme söyledim, beni umursamadı mı ya da bilmiyorum neydi sebep, marketten bişeyler alırız dedi.ben de o sırada, televizyonu açıp, devlet kanalındaki, tarım belgeselini izlemeye koyuldum, gülme, bazen işe yara bu bilgiler. Yaramasa da, işte anne depresyonundan uzak tutar. Bi haber vardı, türkiyedeki kivi ağaçlarından bahsediyordu. Kivilerin yetişme ortamından falan filan. Sanırım, yeni farketmişler türkiyede de kivi ağaçlarının yetiştirilebileceğini. Bilmiyorum, ilkokul çocuğuydum. İlkokula 8 yaşında başladığım hesap edilirse işte en fazla 10 yaşlarındaydım. Ben evde ses olmasından korkarak onu izlerken, annem okula gitme vaktimin geldiğini söyledi, eh tabii önce markete uğramamız gerekecekti. Asansöre binip dokuz kat aşağı indikten sonra, zemin katta oturan genç komşumuza ratlamıştık. Kadın, nereye gittiğimizi sorunca, depresif ve uykulu 30 lu yaşların sonundaki güzel annem, anlattı durumu. Ve, ( hayatımdaki tesadüflerin mucizevi halini bizzat yaşamış biri olarak, hiç şaşırmayacağına eminim)
kadın, bizde bi poşet dolusu kivi var dedi. Hah? Kivi mi? Dedi annem, ama bu yerli malı haftası? Kivi türkiyede yetişiyor mu? Hemen atladım tabii, anne ben bu sabah trt4 te izledim, artık türkiyede de kivi yetişiyormuş. Annem şüpheli baktı bana, ama bi an önce uyumak istediğinden, inanmak daha kolay geldi. Eh ben de böylece bi dolu kiviyi sırtlayıp gittim okula.Eh o güzel zaman geldi çattı, masalar birleştirildi, o üzerinde meyve sebze resimleri olan karton şapkalar takıldı, herkes, çantasından dolmalar, sarmalar, elmalar, armutlar ve mandalinalar çıkarırken, ben elimi daldırdığım çantamın içinden bikaç tane kivi çıkarıp koydum masanın üzerine. Tahmin et. Gülmediler yok. Sustular, bi kısmı kivinin ne olduğunu bilmiyordu galiba, amerika avrupa görmüş zengin çocukları cahilliklerini belli etmekten kaçındılar. Bi kısmı da, ama bu türkiyede yok kiiiiiiii, diyerek ispiyoncu örnek öğrenciyi oynadılar. Bense, önce bi omuzlarımı düşürüp, şaşkın gözlerle etrafıma baktım. Dudaklarım titredi, ya ağlayacaktım ya konuşacaktım. Baktım ve baktım. Kivi dedim, güzeldir. Hem dedim. Kivi de buralıdır, bizdendir. Sabah trt4te izledim.

İşte, sen dediğinde bu Kürtçe nasıl bi dildir, diye. Yerli malı haftasına kivi götürmüş çocuk oldum yanında. Ağlasam mı konuşsam mı bilemedim. Ama bizdendir Kürtçe, trtşeş de izledim.

9 Aralık 2009 Çarşamba

gel-git

-Ahmet Türk'ün yüzündeki çizgilere ithafen-

Gel
ve
Git
işaret parmağının ucu
neyi gösterirse

Ya da
ne gel
ne git
Yorul öylece

diyorlar

Bense
Ellerinin üstüne
Başımı
Koyup
Ağlamak isterdim
öylece

Tükeniyoruz sanki,
sırtımızda yumurta küfesi...


8 Aralık 2009 Salı

kara

kara
kalem
kara

geçmeden
geçmiş

zaman
ölüm
yara.

Balkonda Patti Smith

bi kere, güzel bi adamla, güzel bi balkonda bi yaz akşamı, küçük tahta iskemlelere oturmuş, sokakları seyretmiştik uzun uzun. Yüksek tavanlı evin duvarlarında sesimiz kahkahalarımız çınlamıştı. Sokaklardan geçen esmer çocukların kocaman seslerini, yokuşu tırmanmaya çalışan arabaların hırıltısını, sarhoşların anlaşılmaz gürültülerini dinlemiştik. Güzeldi adam. Yıllardır, öyle garip bi heyecan, garip bi sevdayla kelimelerinin peşinden gittiğim.
Her defasında, dönüp dolaşıp sana geliyordu benim ağzımdaki kelimeler, ama neden geldiğini de bilmiyerek.
Güzel adamın da, ciğerini söken onun deyişiyle, sana benzer bi kadın vardı aklında. Güzel cool ve zeki. Sanki karşılıklı oturmuş, sizin güzelliğinize, sizin mükemmelliğinize layık olamicak olmamızın yasını tutuyorduk birlikte o balkonda.

Aslında ben, bütün o çirkin ördek yavrusu hissimle, çok sevinmiştim, üşüyünce üzerime bi şal getirmesine, beni düşünmesi, içime batmıştı bi şekilde. Kimse düşünmemiş beni demek çoktandır.

Sonra birden, bütün o kapalıçarşı hikayesinden, bütün o eski sevgililerden, votkayı nası içseklerden, sonra, patti smith sever misin dedi bana. Bi an, sarhoş aklımla gelmedi bi resim gözümün önüne. Sonra hadi patti smith dinleyelim dedi, içeri gidip cd çekmecesini açıp patti smith cdsini yerleştirdi yerine. Ben cd deki resmi görünce tanıdım, ben ufakken, türkiyeye konsere geldiğinde, şimdi hatırlamadığım bi akraba ya da komşu teyze haberlerde patti smith çıktığında aa baksana kadın mı erkek mı bu demişti bana. Tahmin edersin ki, teorik olarak olmasa da, içgüdüsel olarak, hasta olmuştum kadına.
Aklıma geldi hemen o an.
Ve sen, ve o ve o an ve şimdiki an ve bütün anlar hep birlikte.

Ve bi gün, okulda kantinde otururken, bi arkadaşım, biliyo musun patti smith in frederick diye bi şarkısı var dedi, ve her tarafa değişik sol örgütlerinin afişlerinin asıldığı o gri bordo kantinde, o tahta piknik masalarının üzerinde, sıkış tıkış oturmuşken, ve uğultu ve kocaman mavi poşetli çöp kutuları birer kuyu gibi yerleştirilmişken dört bi yana bizi yutmak üzere sanki. arkadaşımın kulaklığını takıp, frederique dinledim. Ve yine o kopma hissi, o yaşadığım yerin sana en uzak yer olma hissi çöktü üzerime.
Ve patti smith, ve sen, ve biz, ve saf salak ve kaybettiğini çoktan kabullenmiş bizlerin, başımızı kaldırıp gözlerinizin içine bakma cürretkarlığı:

bye bye hey hey
maybe we will come back some day now
but tonight on the wings of a dove
up above . . .

7 Aralık 2009 Pazartesi

El

Yine de, az şey yaşadık denemez..
Ben şimdi bu, düşündükçe sana yazmamak için o kitaptan o kitaba saldırıp, anlamadığım dillerde şarkılar dinleyip, gözlerimi yeşilin üzerine pembe puantiyeli pijamamda yoğunlaştırıp dursam da, aslında bunları yapıp durdukça, sanki yükselen kan basıncının beyni kanatması, ya da işte ne bileyim tazyikli akan suyun hortumunu filan parçalaması gibi, en sonunda, en fazla şiddetle yazmak istiyorum sana. Sana yazmak istiyorum, beni seversin diye değil, sana yazmak istiyorum, belki cevap verirsin diye değil. Sana yazmak istiyorum, kaybolmamak için. Sanki senden uzaklaştıkça, şu trainspottingdeki o kırmızı halılı sahnedeki gibi, korkunç bi hızla yere çakılıyorum, sanki sen, şu binalardan hızla düşmekte olan masum genç kızları kibarca yakalayan süpermen misali, ben hızla düşerken gelip ellerinle yakalayacaksın beni.
Ellerinle.
Yüzüme doğrulttuğun bir fotoğraf makinesinin deklanşörüne basarken miydi ilk ellerini görüşüm, yoksa rakı bardağını tutarken mi.. Çıkaramıyorum. Ama o objektifi sarışından heveslenmiştim belki, belki o yüzden geriye dönülmez bi şekilde ikna etmiştim kendimi şefkatli olduğuna, belki o objektifi saran ellerin benim boynumu da öyle incelikle, öyle nazik saracağına.

Fotoğraf çekmeyi bırakıp da,- ki ben dans ediyordum sen beni çekerken-, rakını içmeye başlayıp, bi yandan da arada gözlerimin içine bakarken sen, ben dans edemez olmuştum. Dans edemez olmuş, o kenarcıktaki kaloriferin üzerine yığılıvermiştim. Seni suçlamıyorum ama, eğer bi gece oryantalist heveslerinle, doğulu bi kızla biraz flört etmekken derdin, bu hevesten çok daha derin bakmasaydın, belki de, ben şimdi buralarda bu soğukta ve gece yarısında, bi yanımda allerji spreyim, diğer yanımda kitaplar, ve bi yanımda ilaçlarım ve diğer yanımda kitaplar, ve bi yanımda rakı kadehim ve diğer yanımda kitaplar, bunları yazıyor olmazdım. Belki de.

Sana sarıldım ya. Hani, o kottbusser tor un o çirkin yapısının tam altında, sağımızdan ve solumuzdan, çakırkeyif insanlar, ve oruç tutmakta olan müslümanlar geçerken. Bir sahur vakti, ellerini, iki elini birden, ellerimin arasına aldımmmm. Burnum, boynundaki o adını hatırlayamadığım kemiği koklarken, ben elini tuttum, iki elini birden. Kulağıma, görüşücez bi daha merak etme, korkma bu kadar dedin.
Ben ellerini, ellerime alırken. O soğuktan kurumuş, o kısacık tırnaklı, o geniş, damarlı, o habire mavi gömleğinin düğmeleri arasından küstahca içeri girip o adını hatırlayamadığım kemiğini kaşıyan ellerini tuttum. Sen de sıktın ellerimi. Sonra yavaşça gitti ellerin ellerimden, rilkenin dediği gibi, anne memesinden kesilir gibi...
sonra uzaklaştın, karadeniz balıkçısının önünden, ben arkanda bakarken, sen bikaç kere dönüp baktın, ve kalabalığa karıştın.
Bilsen türkçede el, öteki de demek. Bize karışamayan bi türlü...

1 Aralık 2009 Salı

LOKUM

Bayramdan haberin var mı, vardır elbet. Kreuzbergde bayramlaşmalar olur pek tabii, geçen bayram, çalıştığım yere berlindeki müslümanların bayram tebriği gelmişti de, alman arkadaşım, gitmek istersen bak davetiye var demişti, o gün hollandadan ve türkiyeden misafirlerim geldiği için gidememiştim, ki gerçekten gitmek isterdim. Görmek isterdim, bi çeşit müze gezer gibi değil. Ki sevmem zaten o kendini müzedeki bi şey mişsin gibi hissetme meselesini, yine de gitmek isterdim, ama sinirlendim biraz davetiyelerine, anlamadım çünkü davetiyedeki türkçeden hiç bişey, google translation tarzında bi dil vardı ki, almancasından anlamıştım ne demek istediklerini, refleks halinde elime kalemi alıp-toldaki adam gibi- hataları işaretlemeye giriştim fakat hataları işaretleyebilecek kadar bile iyi değildi metin.
Neyse
bayramdan haberin vardır kesin.
Benim pek yoktu. O yüzden bayramdan bi önceki gece bi arkadaşıma gittim, gittim diye annem biraz kızdı bana, ki mütedeyyin bi insan olmasa da, kalabalık aile çocuğu olması sebebiyle, bu tip günlerde duygusallık yapar, üzülür filan. Ölen kardeşleri gelir aklına,annesi ve babası. Henüz onu anlayacak kadar çok şey yaşamadım.
Haberim yoktu bayramdan işte, gece bi arkadaşımda kaldım, bütün gece hiç susmadan judith butler dan bahsettim ki kendisi sekter solcu dur. Sevmez böyle postmodern muhabbetleri. Sonra da tiffany de kahvaltıyı izlerken uyuyakalmışız.
Neyse, bayramdan haberim yoktu. Sonra uyandık sabah, burda bi kahve var, cihangir kahve diye, işte cihangir dediğimiz yer de , böyle bi gettolaşma çabası eşcinseller için. Schöneberg diyeyim yani, cebinde parası olan erkek eşcinseller yani. Sen sevmezsin kesin, ama belki de çoktan gezip görmüşsündür bile.
Orda işte, sevdiğim arkadaşlarımla, dünyadan ve biraz buralardaki iç savaş tehlikesinden bahsettik, abarttığımı düşünme, bi içsavaş tehlikesinden bahsediyor en umutlu yazarlarımız bile. Eh bize de taraf olmak düşüyor galiba, başka bişey değil.
Sonra bi çevirmenle, kafkadan bahsetmeye çalıştık, sonra türkçe ve avrupa dilleri hakkında büyük laflar ettik, işte avrupa dillerindeki cinsiyet ayrımının türkçede olmamasının bi avantaj mı dezavantaj mı olduğundan filan.
Sonra, eve gittim, gerçi araya gereksiz bi akraba ziyareti ve yanlış bi otobüs ve kısa bi istanbul turu da sıkıştırdım ama bahsederken bile içim daralıyor anlatmaya gerek yok o yüzden.

Eve gidince, annemin, her yıl yaptığından farklı olarak, baklava değil de, lokum aldığını gördüm. Lokum, lokum.
Hani, seni berlinde ilk gördüğümde, doğumgünümü unuttun diye sitem ve şimarıklık etmiştin ya bana, ki ben unutmamıştım senin doğumgünü, bi paket lokum getirmiştim sana istanbuldan, turkish delight. Dedim ki ben de sana, unutur muyum hiç, hediye bile aldım sana. Orda o bunalmış gözlerinle, bi de korkmuştun üstüne üstlük. Demiştin ki bana, doğumgünümde mail atıyorsun ama doğumgünümü kutlamıyorsun. Yalan demiştin, hediye filan.
En çok buna üzülüyordum ben, hayatımda ilk defa, tutku denen şeyi, fiziksel bi acı gibi hissedenleri anlayacak kadar gerçekti hissettiklerim, ama yalandı işte senin için.
Gerçeğin kendisi gibiydi.yoktu aslında.
Yalan da yoktu ama işte bu yüzden.
Ve gerçekten, istanbuldan gelirken, sırt çantama, bi kutu lokum koymuştum senin için. Ve geçen bayram, doğum günüme denk geldi benim. Ve geçen bayram, beyaz lokumları uzattığında annem, aklıma geldi sana aldığım lokumlar.
Acaba verseydim sana onları, sever miydin, beni ya da lokumları.
İşte doğum günü ve bayram, lokumlarla geçti. Seni düşünmek için Hiç bir sebebe ihtiyacım olmasa da, bi tane daha sebebim oluverdi böylece. Hiç düşündün mü lokumları sen de, ne oldu acaba diye, acaba kıyamadım da geri mi getirdim o lokumları istanbula, yoksa lokum seven new yorklu ev arkadaşıma mı verdim.
Ha bi de, lokumların sahibini de düşünüyor musun arada. Döndü mü istanbula yoksa...