31 Mart 2011 Perşembe

sen?

hikaye malumdur, hatta kimimizin başına gelmiştir de, gelmeyenler de filmlerden filan aşinadır o sahneye: olay kişisi bi kavganın, dövüşün, harala gürelenin içindedir, hani şu kendilik bilincini kaybettiği anlardan biri diyelim. insanın bedene dönüştüğü anlardan biridir, beden ve beyin arasında olduğunu varsaydığımız mekanizma bir ve aynı şey haline gelmiştir. bilinçsizce mücadele etmektedir. ve birden o malum ses gelir: hey, yaran kanıyor! işte o anda başkasının gözlerine dönüşen gözlerimiz, birbirinden ayrılmaya çalışan aklımız ve bedenimiz, bi anda kendinin bilincine varır, ve bakar. üç saniye sürmüş olan şey, işte rölativite teorisi varsa, üç gün boyunca kaybettiğin bişeyini ararkenki gibi gelir ve sonunda bulursun: ılık bi sıcaklık ve çöküş. Aslında yaran kanıyor demese birisi, devam edeceksin işte dövüşmeye. Tükenene kadar.


(İşte o lafı duydum ben: yaran kanıyor dedi biri bana. Ve bi baktım ki, üstüm başım kan içinde, çabalamaktan koşturmaktan o kadar farketmemişim ki.)


Bedenin içine alması ve sonra dışına kusması meselesi... Bugün İsmet Doğan resimlerine bakarken düşündüm bunu da: Bazı kelimeleri beden sanki alıyor, içine sokuyor, içinde gezdiriyor ve sonra dışarı atıyor.

İçime aldım o kelimeleri, birden kendi isteğim dışında içime girdiler ve şimdi, kusuyorum. Dışıma çıkarıyorum ve dışarı çıkardığım an sanki hep bendelermiş hep benimlermiş gibi üzülüyorum.


Kelimeler, uyum sağlayamamış nakil organlar gibi içime giriyor. Her yere onlarla gidiyorum. Metroda yanımda annesinin kucağında oturan çocuk o kelimelerle bakıyor yüzüme, gazetelerin sür manşeti, otobüs duraklarının adı, derste hocamdan duyduğum bikaç laf....Kelimelere dönüşüyor. O kelimelere. Kelimelerin sahibi de düşündürmez olmuş artık beni.

22 Mart 2011 Salı

negatif hatırlama faaliyetleri:)

insan hep iyiyi güzeli hatırlıyor. ne güzel günlerimiz olmuştu, şurda ne güzel bi kahve içmiştik, şurda ne güzel sevişmiştik, şurda ne güzel şeyler hayal etmiştik, şurda ne güzel sohbet etmiştik, ne güzel anlamıştı beni..
eh biraz cesaret: şurda ne güzel birbirimize girmiştik, şurda ne güzel patur kütür birbirimize girişmiştik, şurda ne güzel sığ bir gerizekalı olduğunu düşünmüştüm, şurda ne güzel en yakın arkadaşına aşık olmuştum, şurda ne güzel o bunu anlayıp çirkinleşmişti, şurda aslında çoğu zaman da bilmezdi öpüp koklamayı.
oh be.
şimdi deniz kenarında bi kahve vakti:)

güven

dedim ki:
sen güven, koşulsuz güvenmeye devam et. düşünme sonunu. güvenin boşa çıkarsa? boşa çıkaran, seni hayal kırıklığına uğratan düşünsün onu.
güveniyorum, inanıyorum. giderek daha çok seviyorum seni. gülüşünü. tek gamzeni. sen de bilirsin. insanlar kurdukları zindanlarda yaşıyor. daha ağır seninkinden.

21 Mart 2011 Pazartesi

nokta

saat 03:43. uyuyamıyorum. uykum yok. bütün gün yemek yemedim. aç değilim. içim susmuyor. kendime susmuyor. başkasına susuyor. bi sandelyeye tünemiş, kadehimde martini rosso, kitaplar dizili...okunmuyor. gitmiyor akıl. bi şehir bombalanıyor. içim bombalanmış. darmadağın.
kayıp mı olduk. gizledik de mi yorulduk. boş mu konuştuk bunca zaman. hep bildiğimiz orda durdu da, öyle veya böyle diyip de mi susturduk. yok yok olmadı. susturamadın kızım. susmadı. için alev alev yandı tekrar tekrar. her aklına geldiğinde. kokusu var aklına gelir kokusu. gitmez. sarhoş eder insanı.
insan ömür boyu sever, başka bi insanı. nokta.

20 Mart 2011 Pazar

I don't want to live without you.

regina spektor- the sword and the pen

http://www.youtube.com/watch?v=OSLDUqPLe4s

Don't let me out of this kiss.
Don't let me say what I say.
The things that scare us today.
What if they happen someday?
Don't let me out of your arms for now.
What if the sword kills the pen?
What if the god kills the man?
And if he does it with love,
Well then it's death from above.
And death from above is still a death.

I don't want to live without you.
I don't want to live without you.
I don't want to live
I don't want to live
Without you.
I don't want to live
I don't want to live
Without you.

For those who still can recall
The desperate colors of fall,
The sweet caresses of May,
Only in poems remain.
No one recites them these days
For the shame.

So what if nothing is safe?
So what if no one is saved,
No matter how sweet,
No matter how brave,
But if each to his own lonely grave?

I don't want to live without you.
I don't want to live without you.
I don't want to live
I don't want to live
Without you.

yüzleşme2

insan kendi ölümüyle, ölümlülüğüyle yüzleşiyor. öldüğü zaman öldüğünü bilemiyor bilemeyecek belki de. ama sevdiklerinin ölümlülüğüyle yüzleşmek imkansız. bu yüzden sabaha kadar bi kalp atışını dinlemek.dünyanın en huzurlu şeyi.pıt pıt. avcumun içinde.

bi şiir

bu ara deleuze-guattari okumalarına dalmış olduğumdan fazlasıyla antonin artaud duyuyorum. bi şiiri var. okuduktan sonra bende şu soruyu uyandırıyor: " hangi organlarla sevişilir?":

Beden bedendir
Tümüyle ve tekbaşına
Ve organa ihtiyacı yok
Beden asla bir organizma değildir
Organizmalar düşmanıdır bedenin
(antonin artaud)

interaktif bişi

japonyada insanlar ölürken acaba ordaki türklere neler oluyor diye merak eden harika türk medyasına benzemek istemem ama, son zamanlarda beni japonyadan takip eden kişinin ne halde olduğunu merak etmeden edemiyorum.

9 Mart 2011 Çarşamba

bi pop şarkısı

geçenlerde bi gün soğuk bi kadıköy gününde, senle neler neler yaşadığımız kadıköy sokaklarında yürüdüm. sen, bi önceki büyük aşk, bu sayfalarda ve bilinçaltımda çokça ihmal edildin. yıllarımız birlikte geçmesine rağmen, yüzünü bile anımsamakta zorlandığım anlar oldu. senin değdiğin yerlerden kaçtım, adını ağzıma almadım, senden çok bahsetmem gerektiğinde eski sevgili oldun hep.
bilerek yanlış otobüse bindim, kadıköye giden. şöför ısrarla bak burda inersen daha kolay dönersin geri dese de, acelem yok dedim, giderim kadıköye... tek tek o sokakları dolaştım. balık pazarından, ermeni kilisesinin önünden geçtim, senle geçerdik önünden, her geçtiğimizde de içimin acıdığını tahmin ederdin belki de.. o zamanlar gizemli bi acıya gönderme yapan harfler bu defa birer ses oldular(sonunda ermeni alfabesini öğrendim). sonra pazarın içinde bi türk kahvesi içtim.. yoksaymadım seni. alnımdaki iğrenç ağrıya, yutkunmalarıma, dayanarak, o kahvecinin karşısındaki migrostan heyecanla çıkışlarımızı hatırladım, büyük ihtimalle o zamanlar bende hipoglisemi başlamak üzereymiş, o marketten çıktıktan sonra elimizdeki poşetlerden heyecanla çikolotaya saldırışım geldi aklıma. sonra bizi takip ettim, yukarı çıktım, antikacıların ordan yukarı modaya çıktım... modadaki evimizin olduğu sokağa...insanların acıdan çıldırdıklarından neden kafalarını duvara vurduklarını anladım...duygular o kadar acıtır ki fiziksel acı onu hafifletir sanırsın...
yazarken bile ağır...
ve korkarım o garip pop şarkısıyla karşılaşmamı başka bi zaman anlatmam gerekecek.

kafa bu

bazen kafa bu
diyorsun
kafa bu ulan
daha ne kadar dayanacak nereye gidecek
beyin kanaması denen şeyin dünyanın en romantik anı olduğunu
kabul ediyorsun
ya da woody allen gibi
içini kusmak yerine
sessizce
tümör büyütüyorsun