hikaye malumdur, hatta kimimizin başına gelmiştir de, gelmeyenler de filmlerden filan aşinadır o sahneye: olay kişisi bi kavganın, dövüşün, harala gürelenin içindedir, hani şu kendilik bilincini kaybettiği anlardan biri diyelim. insanın bedene dönüştüğü anlardan biridir, beden ve beyin arasında olduğunu varsaydığımız mekanizma bir ve aynı şey haline gelmiştir. bilinçsizce mücadele etmektedir. ve birden o malum ses gelir: hey, yaran kanıyor! işte o anda başkasının gözlerine dönüşen gözlerimiz, birbirinden ayrılmaya çalışan aklımız ve bedenimiz, bi anda kendinin bilincine varır, ve bakar. üç saniye sürmüş olan şey, işte rölativite teorisi varsa, üç gün boyunca kaybettiğin bişeyini ararkenki gibi gelir ve sonunda bulursun: ılık bi sıcaklık ve çöküş. Aslında yaran kanıyor demese birisi, devam edeceksin işte dövüşmeye. Tükenene kadar.
(İşte o lafı duydum ben: yaran kanıyor dedi biri bana. Ve bi baktım ki, üstüm başım kan içinde, çabalamaktan koşturmaktan o kadar farketmemişim ki.)
Bedenin içine alması ve sonra dışına kusması meselesi... Bugün İsmet Doğan resimlerine bakarken düşündüm bunu da: Bazı kelimeleri beden sanki alıyor, içine sokuyor, içinde gezdiriyor ve sonra dışarı atıyor.
İçime aldım o kelimeleri, birden kendi isteğim dışında içime girdiler ve şimdi, kusuyorum. Dışıma çıkarıyorum ve dışarı çıkardığım an sanki hep bendelermiş hep benimlermiş gibi üzülüyorum.
Kelimeler, uyum sağlayamamış nakil organlar gibi içime giriyor. Her yere onlarla gidiyorum. Metroda yanımda annesinin kucağında oturan çocuk o kelimelerle bakıyor yüzüme, gazetelerin sür manşeti, otobüs duraklarının adı, derste hocamdan duyduğum bikaç laf....Kelimelere dönüşüyor. O kelimelere. Kelimelerin sahibi de düşündürmez olmuş artık beni.