23 Aralık 2010 Perşembe

Ne zevk,ne ün,ne iktidar:özgürlük,yalnız özgürlük

"İnancın hayaletlerini bırakıp aklın hortlaklarıyla haşır neşir olmak, sadece ve sadece yeni bir hapishaneye geçmek demektir. Sanat bizi eskimiş, resmi putlardan olduğu gibi, gene alelade birer put olan yücegönüllülükten ve toplumsal meselelerden de kurtarır (Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, s. 47)."

bugün ayın kaçı?

eğer platon'un kastettiği anlamda olanın ardındakini görebilmek denen şeyi görebilenlerin, o gördükleri anın biz "cahil"ler tarafından görülebileceğine inansaydım, bugün yanında 5 dk yürüdüğüm adamın, gerçek bi bilge olduğuna inanırdım. bütün hırslarından, arzularından arınmış öylece dolunaya bakan bi adam...sonra dönüp bugün ayın kaçı diye sorduğunda cevabım üzerine, hayır güneşe göre değil aya göre bugün ayın kaçı diyen...
bugün ayın kaçı? ya da aramızdaki yaş farkı? bu sefer ay hesabını da unutmalı...




19 Aralık 2010 Pazar

pessoa' dan devrimci kardeşlerimize:

"...Kimileri dünyayı yönetir, kimileri o yönetilen o dünyanın ta kendisidir. Servetini İsviçre' de ya da İngiltere' de saklayan bir Amerikalı milyonerle bir kasabanın sosyalist lideri arasında nitelik bakımından hiç bir fark yoktur; fark nicelikten kaynaklanır yalnızca. Uzakta, aşağıda biz varızdır, yani kılıksız insanlar, biz bohem oyun yazarı William Shakespeare, biz, öğretmen John Milton, serseri Dante Alighieri, dün alışverişlerimi yapan çocuk, komik fıkralar anlatan berber, yalnızca önümdeki şarap şişesinin yarısını içmedim diye geçmiş olsun dileyerek kardeşçe bir jest yapan garson..."
(Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, s. 38)

yumurta bir canlının bebeğidir!!

yumurta

fırtına var. arada bi coşup sokaklardaki plastik şişelerin, teneke kutuların varlığını hatırlatan... ya da belki , kendi varlığımı.
alıştığım hayatın aslında pek de alışmamam gereken bişey olduğunu söylemekten dilinde tüy bitmişliğiyle karşımızda duran dünya.

iyi ki birileri hatırlattı bi de: o pek devrimci amaçlarla fırlattığınız yumurtanın aslında bi canlının yavrusu olduğunu.. peki bunu bile düşünmekten aciz bi takım hırs küplerinin yaşadığımız dünyayı daha yaşanılabilir kılacağına nası inanalım biz. ya da belki sadece kendileri için değil, kendi gibi olmayanlar için de daha yaşanılabilir diyelim. hiç mi civcivleri olmadı ki o yumurta fırlatanların. bi kadın, polis copuyla bebeğini düşürürken hiç mi düşünmedi elinde fırlattığı şeyin de bi başkasının yavrusu olduğunu... peki tavuklar da o kıza dava açacaklar mı yavrusu için?

uzun zaman oldu aslında "sol" denen şeyin, tahakkümden pay alma derdindeki doyumsuzlardan ibaret olduğunu anlayalı.
kuşatılmışlık hissi var içimde. ama kuşatanların gücünün giderek azaldığının da farkındayım, alanları daraldıkça, güçleri fazlalaşıyor, iğnenin ucu sivrileştikçe daha çok acıtır evet, ama kırılma ihtimali de artar böylece...

fırtına bana huzur veriyor, en azından huzurlu olduklarını sananların yüreklerine, uykuya dalmadan önce, biraz huzursuzluk zerkediyor.




18 Aralık 2010 Cumartesi

mutluluk

soğuk havalarda garip bi coşku duymamın sebebini anlamak zorundaymışım gibi geliyor. içim tir tir titrerken, ve insanlar garip bi koşturmaca içinde ordan oraya koşturup dururken, biraz daha ağırlaşıp, insanlara bakıyorum ve salakça bi sevgi kaplıyor içimi, yani o kadar ki, noel baba sırtında çuvalıyla inse, oo baba nerde kaldın yahu diyip sarılacak kadar. acaba, insan dünyayla ilgili kullanmalık bilgileri edinirken, aklın bi yani 5 yaşında filan kalabiliyor olabilir mi.
yoksa, hala iyi diye bişeyin olduğuna inanabiliyor olmamızın, ya da kar tanelerine bakıp adımları yavaşlatıp herkese sarılma isteğinin, ya da saniyelik sarılan yabancı bakışların nası bi açıklaması olabilrdi ki...
kediler ve çocuklar, ikisi de günahtan ve kötülükten azade değiller, ama bi yanıyla, henüz deneyimlemedikleri şeyler var ve bu onları sevilebilir kılıyor belki de... deneyimlemeye başladıkça, her şeyi bildiğini sanan arzudan çıldırmış ergenlere dönüyorlar işte...
arzu ve deneyim..
kurgulanmış olduğunu farkedemicek kadar içine gömüldüklerimiz: bi siktirin yahu!

metro

canlı canlı mezara girilir mi demiş zamanında şeyhülislam, tünele ithafen..hak veriyorum kendisine,insan yalnız başına canlı canlı metroya binmemeli, hele de iş çıkışı saatlerinde 15 milyonluk şehirlerde..makinanın (araç demek yanlış, araçtan çok makine bindiklerimiz), raya sürtünürken,
ray sesini duymamak için bu şarkıyı dinledim:

And everything is plastic,
And everyone's sarcastic,
And all your food is frozen,
It needs to be defrosted.

yalnızlığına alışmaya çalışan her insan gibi, bazı ritüelleri yerine getirmem gerekiyor. sinemaya yalnız gitmek, hastaneye yalnız gitmek, okuduğu şeyleri kendi kendiyle tartışıp durmak, güzel bi şarkı dinlediğinde coşkudan ne yapıcağını bilememek.
kimsem olmadığından değil.
ama yalnız olmayı öğrenebilmek emek istiyor.aslında kolay olan bu sansak da, yalnız olabilmek, fena emek istiyor. pratikleri var.


16 Aralık 2010 Perşembe

rilke/Duineser Elegien/ Duino Elegies

......

Schließlich brauchen sie uns nicht mehr, die Früheentrückten,
man entwöhnt sich des Irdischen sanft, wie man den Brüsten
milde der Mutter entwächst. Aber wir, die so große
Geheimnisse brauchen, denen aus Trauer so oft
seliger Fortschritt entspringt -: könnten wir sein ohne sie?
Ist die Sage umsonst, daß einst in der Klage um Linos
wagende erste Musik dürre Erstarrung durchdrang;
daß erst im erschrockenen Raum, dem ein beinah göttlicher Jüngling
plötzlich für immer enttrat, die Leere in jene
Schwingung geriet, die uns jetzt hinreißt und tröstet und hilft.


-

...Finally they have no more need of us, the early-departed,

weaned gently from earthly things, as one outgrows

the mother’s mild breast. But we, needing

such great secrets, for whom sadness is often

the source of a blessed progress, could we exist without them?

Is it a meaningless story how once, in the grieving for Linos,

first music ventured to penetrate arid rigidity,

so that, in startled space, which an almost godlike youth

suddenly left forever, the emptiness first felt

the quivering that now enraptures us, and comforts, and helps.



uyku

düşündükçe tatlı bi uyku ve sıcaklık basıyor... istanbulda tramvaylar evlerin içinden geçiyor.. ben de huzursuz evin meraklı çocuğu olarak, istanbulun nefesinin buharını kırmızı eldivenlerimle silip, tramvayın camlarından, evlerin içine bakıyorum gözlerimi kocaman açıp...
ki o evler, ki o evleri düşünmek şimdi bana huzur ve uyku ve sıcaklık veriyor.. ki ben huzursuz uykusuz ve soğuk biriyimdir.
ki o evlerin içinde sevimsiz ve dümdüz bi beyaz ışık yanar, - ki ben loş sarı ışıklarda aradım huzuru şimdiye dek-, o dümdüz beyaz ışık, yerinden oynatılması zor kaba çekyatları ve odanın bi duvarına dizilmiş yatak- yorganların üzerine örtülmüş renkli örtüleri ve bize dünyaya dair bütün bilgilerimizin tesadüfi olduğunu hatırlatan bilgi yarışmalarının döndüğü televizyonu ve bi köşede sehpanın üzerinde ödevini yapmakta olan, bi yandan da aklından babası okulda yaptıklarını bilseydi ne yapardı mealinde korkular geçiren ufaklığı ve televizyona baksa da aslında içinden içinde bulunduğu duruma hiç bi anlam veremeyen babayı ve mutfakta bişiler yapmakta olan annenin koltukta unuttuğu eşarbını aydınlatır.
ben o beyaz ışığa bakar, ve bütün huzursuz donuk yaşantımın evdeki bi türlü düşemeyen yüksek tansiyondan kaynaklandığını düşünür, kendimi o çekyatların birinde uzanırken hayal eder, ve ısınırım. kimse görmez beni: o evlerin içine girerim pencereden, ve camdan bi rüzgar girdi sanan ev halkı farketmeden uzanırım bi kenara.. ve hayata karışırım onlarla. neden uyuyamadığımı, ya da aseksüelitenin felsefedeki yeri gibi hayatla arama içine girmek için bi türlü doğru zamanı ayarlayamadığım döner kapılar gibi girip duran fikirler yerine, ellerimle dokunup açtığım bi kapı oluverir, beyaz ışıklı evler.
başımı okşayan, renkli gözlü bi anne, ya da belki çocuğu uyduruk hikayeler anlattığı halde uydurukluğunu yüzüne vurmayan bi baba olur. huzur.
yazmak imkansız, uyurken.

12 Aralık 2010 Pazar

rilke!


Bugün ilk defa Rilke' yi gördüm...Rilke'nin fotoğrafını gördüm..Rilke' ye baktım..uzun zaman sonra tekrar içmeye başladım, Rilke' yi görünce..
Rainer Maria Rilke'yi...
kime baktığını düşündüm uzun uzun...neden öyle baktığını...
sonra dedim ki, biraz bach dinlemeli...belki geçer her şey..belki rilkeyi görmenin sıkıntısı...
direndikçe daha fazla bağlanıyor insan...küstah da olsa kaba da...
yok ama olmadı bach...uymadı...rilkeyle rakı içerken istikbalimize bakıp titremek vardı birlikte:

Kimseye etmem şikayet,
Ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet çekilmiş,
Korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime